Zarfın İçindeki Ekonomi

Köyün girişindeki dut ağacı hâlâ gölge veriyor ama altında bekleyen sandalye sayısı azaldı. Çünkü düğün sezonu açıldı, herkes ya birine damatlık bakıyor ya da zarfa kaç lira koyacağını hesaplıyor. Zarf dediğin ince, kibar, üstü beyaz; içi ise koca bir ülkenin nabzını tutuyor. Hani bazen haber bültenleri çıkıp saatlerce grafik gösterir ya, boş ver onu. Asıl grafik, düğün salonlarının kapısında sıra olurken insanların cebindeki bozuk paranın sesiyle çiziliyor. Zarflar, içlerinde sadece banknot değil, mahcubiyet, gurur, hesap, niyet, dua ve kahverengi bir kalemle yazılmış küçük bir isim taşıyor. Ve sen, ben, hepimiz, o isimlerin kıyısında durup bir ülkenin sıcaklarını, umudunu, hesabını tutuyoruz.

Anadolu insanının kalbi, yaz akşamı esen rüzgâr gibi serin sandığımız ama içi kor gibi yanan bir şey. Çünkü her yaz bir düğün, her düğünün üstüne bir nişan, araya sıkışmış bir söz merasimi, yanına da bir kına gecesi koyunca, takvim iki sayfa eksiliyor. Hangi gün, kim kimin masasına oturdu, kim gelinliği hangi terziden aldı, kim en son dakikada fotokopiciye koşturup zarf aldı, kim zarfa koyduğu parayı ikiye katlayıp bereket olsun dedi, hepsi Anadolu’nun gündemidir. Ama bütün bunların yanında bir başka gündem daha var: o zarfın içinde aslında ekonomik bir nabız atıyor. Evi barkı olanın, kiracı olanın, tayini çıkanın, sınava hazırlananın, çocuğu okula başlayanın hepsinin hesap defteri o zarfa iliştiriliyor.

Diyelim sen bir yaz akşamı, elinde plastik bir tabakta pilav üstü tavuk, yanında turşu, masaya oturdun. Düğün sahibi “Afiyet olsun” deyince başını salladın, aklın masadaki su bardağının kenarındaki buğuda değil, az önce içini doldurduğun zarfın ağzında. Ne koydun? Az mı, çok mu? Düğün sahiplerinin yüzüne bakmadan, masaya iliştirdiğin zarfın altına küçük bir not sıkıştırdın, hani olur ya, “Cuma Bozkurt ve Ailesi” gibi. Not sadece adını yazmaz, tanıklığını yazar. “Ben buradaydım” der, “Seni gördüm, sevincine ortak oldum.” Bazen de “Ben de hâlimce bir katkı koydum” der. Anadolu insanı, katkıyı para gibi, parayı hatıra gibi, hatırayı da ahde vefa gibi saklar.

Zarfın bir matematiği var. İlk hesabı davetiyeyi alır almaz yapılır. Davetiye dediğin karton parçası değildir, içinde “Gel beni onayla” diyen bir kalp var. Davetiyeyi açarsın, tarihe bakarsın, mekan uzak mı yakın mı, taksi mi minibüs mü, düğüne tek mi gideceksin yoksa ev ahalisi tam kadro mu, derken hesap başlar. Zarfın içine koyacağın para, yol masrafıyla, bir de dönüşte çocuğun dondurma isteğiyle bir anda katlanır. Bir de düğünde tombul bir teyze, “Hadi yavrum, bir çift oynayın da bereketi artsın” derse, oradaki oyun havasının ritmi bile senin cüzdanının çarpıntısına karışır. Ritmi yakalamak önemlidir ama asıl mesele ritme ayak uydurabilmektir. Zarfın içindeki banknot, o ayak uyduruşun ve ayakta kalışın özetidir.

Bu yaz öyle sıcak ki, düğün salonlarının klimaları bile terliyor sanki. İçeride ışıklar yanıyor, gelin duvağını düzeltirken ayna karşısında bir dua mırıldanıyor, damat kravatı sıkı mı gevşek mi karar veremiyor. Masalarda kuzenler yıllardır görmediği akrabalarıyla baş başa kalmanın garip neşesini taşıyor. O ara bir anons, “Takı merasimine geçiyoruz.” İşte tam orada, ülkenin en naif ekonomisi sahne alıyor. Altınlar, bilezikler, küçük bir “Allah mesut etsin” cümlesi eşliğinde sıralanıyor. Bazısı doğrudan takıyor, bazısı da zarfını uzatıyor. Zarfını uzatanların bir kısmı, cümleyi kısa tutuyor. “Hayırlı olsun.” Cümlenin kısalığı zarftaki miktarın azlığını ima etmez, Anadolu’da cümleler de paralar gibi tutumludur. Bir tek bakış, bir tek baş selamı, bazen en uzun konuşmadan daha çok şey söyler.

Bir düğün daveti, bir dolaşım sistemidir. Mahalle bakkalına olan borcun gecikmesi bile “yazın düğünler yoğun” diye açıklanabilir. Çünkü düğün, köyün ortak aklına, şehrin ortak kalbine, ailenin ortak kasasına dokunur. Uzaktaki dayı, bu yaz gelemese de “Zarfını gönderirim” der. Zarf postayla gelir mi, gelir. Bir komşu, şehir dışına gidecek olan minibüsçüye teslim eder, “Şuraya ulaştır” der. O zarfın içindeki banknot, yolda km’leri kat ederken yanında iyi dilekler taşır. Belki bir dua, belki sessiz bir sitem, belki de “Keşke yanınızda olabilseydim” diye bir iç geçirmenin ağırlığı.

Bu zarflar, sadece düğün ekonomisini değil, güncel hâllerimizi de gösterir aslında. Mesela mahallede son zamanlarda herkes aynı şeyi konuşuyor, “Kırtasiye listesi kabardı.” Okula dönüş yaklaşınca düğün davetiyeleriyle alışveriş fişleri yan yana biriktiriliyor. Bir yanda zarfa konan para, diğer yanda çocuğa alınacak önlük, ayakkabı, defter. Düğünde geline takılan bileziğin ışıltısı, evde yapılacak hesap defterinde bir anlığına sönse de içerde bir umut hep yanıyor. “Idare ederiz” cümlesi, Anadolu’nun en güçlü para birimidir. “Idare ederiz” diyebilen insanlar, yoktan var etmeyi becerenlerdir. O cümle, ekmek arasına iki dilim peynir koyar, bir bardak çaya çiçek şekeri gibi atılır, sofradan sonra balkona çıkar, göğe bakıp ferahlar.

Zarfın içindeki ekonomi, akrabalık bağlarının güncel kurudur. Kim kime ne takmış, kim ne almış, kim hangi düğüne gelememiş ama gönlünü göndermiş, hepsi bir defterde not olur. O defter bazen gerçek bir defterdir, bazen sadece hatıradır. Anadolu insanı hatırayı defter gibi taşır. Bir düğünde zarfa koyamadığını, bir sonraki mevlitte telafi etmek ister. Bir mevlitte edemediğini, doğumda, sünnette, evde yapılan küçük bir çay davetinde yerine koyar. Böyle böyle bir ekonomi, kâğıdın üstünde değil, kalbin içinde yazılır.

Bir de işin ironisi var. Düğün masrafları herkesin dilinde, “Bu kadar masrafa değer mi” diyen de var, “Bir kere evleniyor çocuklar, yakışıklı olsun” diyen de. Anadolu’da düğün sadece iki kişinin imzası değildir, iki ailenin, iki mahallenin, iki lokmanın birleşmesidir. O yüzden halay, o yüzden zurna, o yüzden kasap havası. Yorgunluk bir gülüşle, borç bir sabırla, gelecek bir inatla karşılanır. “Bir şekilde olur” deriz, olur. Olmayan her şeyin yerine ya bir komşu çayı, ya bir teyze duası, ya da düğünden arta kalan bir plastik çiçek yerleştiririz. Mutluluk bazen kıymıklı bir plastik tabak kenarında bile parıldar.

Bu yazın sıcaklığı düğün salonlarından taşarken, bir başka sıcaklık da evlerin salonlarına yerleşti. Oturma odalarında zarflar üst üste konuyor, kimine 3 haneli, kimine 4 haneli rakamlar yazılıyor. Bazen gücün yettiği kadar, bazen de hatıra hatırına biraz daha fazlası. Ve içini ferahlatan şey, zarfın içine koyduğun miktardan çok, o zarfa eşlik eden bir çift güzel cümle. “Bir yastıkta kocayın”, “Allah mesut etsin”, “Yolunuz açık olsun.” Cümlelerin hepsi aynı yere çıkıyor. Yıllar sonra bir kış gecesi, sobanın üzerinde kestane çıtırdarken, o cümlelerden birini hatırlamak, evlilik albümünün bir sayfasına konmuş bir kuru yaprak gibi usul usul çıtırdar.

Zarfın kapısında bekleyen biri daha var, o da utanma hissi. Anadolu insanı, verirken çok konuşmayı sevmez, alırken başını eğer. Takı merasiminde gelinle damadın gözleri dolar, ama çoğu zaman o gözyaşının bir kısmı şükrandır, bir kısmı da yükün farkındalığı. Yük dediğim kötü bir şey değil, hayatın ağırlığı. Düğün bitince, salon boşalırken yere düşmüş bir iki pirinç tanesi, masada unutulmuş bir peçete, duvar dibine bırakılmış bir su şişesi kalır. Ama asıl kalan, zarfın içindekilerin toplamı değil, o akşam bir arada oluşumuzdur.

Güncel olanı konuşalım, çünkü sen öyle istiyorsun. Güncel olan, düğünün taze gülü, taze kavgası, taze barışıdır. Bir gün televizyonda bir haber izlersin, bir sanatçı evlenmiş, takılar havada uçuşmuş. Bizim buralarda ise takı havada uçuşmaz, yürekte saklanır. Çoğu altın, bilezik, kolye, zarf, birer masal kahramanı gibi dolaşır; bazen satılır, bazen bozdurulur, bazen sandıkta saklanır, bazen ihtiyaç olunca çekilip kullanılır. Bir evin boyası, bir çocuğun servis ücreti, bir annenin ilaç masrafı, bir babanın borcu derken takı denen şey, bir anda hayatın tam ortasında durur. O yüzden altın parlarken herkes biraz susar. Altın sessizliğin dilidir. Zarf ise mütevazının sesi. İkisi de aynı cümleyi söylüyor aslında: “Sana omuz veriyorum.”

Bir de düğünlerin görünmeyen kahramanları var. Fotoğrafçı, kasnak tutan teyzeler, kapıda “Hoş geldiniz” diyen gençler, garsonlar, orkestranın solisti, “Bir istek var mı” diye soran orgcu, gelinliğin eteklerini toplayan kuzen, damadın cebine mendil iliştiren amca. Her birinin omzunda hem iş hem hatıra taşınıyor. Düğün biter, gece olur, ışıklar söner, ama onların yorgunluğu şehrin başka bir yerindeki başka bir düğüne devredilir. O yüzden Anadolu’da yorgunluk, ortak bir battaniye gibidir. Sıcaktır, ağırlığı vardır, ama birbirimizi örteriz.

Bazen bir düğün, bir taşınmanın, bir tayinin, bir iş değişikliğinin, hatta bir gurbet yolculuğunun eşiğine kurulur. Damat ertesi gün şehre dönecek, gelin iki hafta sonra yeni evine yerleşecek, kayınvalide evin bir köşesine sandığı koyacak. Zarfın içindeki para, bir bavulun köşesine sıkışacaktır belki. Belki de bir yol bileti olacaktır. O yüzden bir düğün, sadece bir şenlik değil, bir kavşaktır. Kavşakta beklerken, hangi yöne sapacağını bilmeyen bir gencin yüzünde telaş ve merak birlikte parıldar. İşte o an, eline sıkıştırdığın küçük zarfın, koca bir kararlılığa dönüşür. Sen fazla konuşmazsın, “Allah yolunu açık etsin” dersin. Çoğu zaman o kapı cümlesi, bir ömür boyunca yankılanır.

Zarfın dili, naziktir. Yanlış anlaşılmaktan korkar. O yüzden üstüne isim yazılır, bazen de kimin elinden geldiği unutulmasın diye bir küçük işaret, bir gülücük sembolü, bir kalp, bir nokta konur. Bu küçük işaret, yıllar sonra bir çekmecede bulunursa, hafızayı ayağa kaldırır. Anadolu’nun hafızası, çekmecelerde, dikiş kutularında, kahve fincanlarının arkasına sıkıştırılmış fotoğraflarda, bir de düğün davetiyelerinin arasında saklanır. Hafıza, tıpkı düğün gibi, kalabalıkla güçlenir. Bu yüzden biz, kendi kendimize hep misafiriz. Evimizde bile birbirimize “Hoş geldin” derken, içeriye giren sadece ayak değil, hatırdır.

Dünyanın karmaşık gündemine bakarken, Anadolu’da bir akşamüstü, zarfların hafif kurdelelerle bir araya gelişi, aslında çok yalın bir cevap gibi duruyor. Hayat zorlaştıkça insanlar birbirine yaklaşır. Yaklaştıkça cümleler kısalır, baş selamları uzar. Birine “İyi ki varsın” demek, bazen bir kilo şeker taşımaktan daha ağırlıklı, bazen bir torba un getirmekten daha içten olur. Zarfın içindeki para, işte bu cümlenin rakamsız tarafı. Rakam çıkınca cümle kırılmasın diye zarf kapatılır. Kapatılan sadece kâğıt değildir, içeriye sızabilecek mahcubiyetin kapısı da kapanır.

Şimdi şöyle düşün. Bir yaz gecesi, yıldızlar mahalle lambalarının sarı ışığıyla yarışırken, uzaktan bir klakson sesi düğün konvoyunu haber veriyor. Çocuklar koşuyor, komşular balkonlara çıkıyor, el sallayanlar var. Konvoy geçiyor, arabaların aynalarından tüller sarkıyor, gül suyu kokusu havaya karışıyor. O an herkesin içinden küçük bir iyi dilek fışkırıyor. “Mutlu olsunlar.” O dilek bile kendi başına bir bağış, bir takı, bir zarf gibi. Çünkü dilek, gönlün zekâtıdır. Zarfın içinde para, gönlün üstünde niyet, dilin ucunda dua. Üçü bir araya gelince düğünün sesi, gündemin gürültüsünü bastırır.

Anadolu’da insanlar dertleriyle bile oturur konuşur. “Kızımın çeyizi tam olmadı” diyen bir anne, o cümleyi yarım bırakmadan bir komşu kapıyı tıklatır, “Bende fazla var, al kullan” der. Çeyiz denen şey, sandığın içinde bekleyen danteller değildir yalnızca, paylaşılan yetmezliklerin güzelliğidir. Çünkü yetmezlik paylaşılınca yük olmaktan çıkar, birbirimize tutunma sebebi olur. Düğünlerde gördüğün o dayanışmanın yaz bitince sönmediğini bil. Kışın soba yakılırken, düğünde yanında oturmuş o teyzenin yastığa dayanmış sırtının ağrısı hatırlanır, ona bir çorba yapılır, bir tabak götürülür. Düğün, senin sandığından daha uzundur.

Şimdi de şu ironiyi düşünelim. Teknoloji büyüdü, davetiyeler WhatsApp’ta dolaşıyor, takı listeleri Excel’e dökülüyor, düğün videoları bulut hesabında saklanıyor. Ama o beyaz, ince, biraz da kaygan zarftan vazgeçemiyoruz. Neden? Çünkü zarf, dokunma yeridir. Dokunmadan olmaz. Anadolu insanı, hayata dokunmayı sever. Düğünde gelinin koluna taktığın bilezik, damadın cebine bıraktığın mendil, masaya koyduğun zarf, hepsi dokunmanın farklı şekilleridir. Dokunuşun kıymeti, güncel kalabilmenin sırrıdır. Trendler değişir, uygulamalar güncellenir, ama bir zarfın ağzını tükürükle hafifçe ıslatıp kapatmanın, sonra avcunda iki saniye sıkmanın hissi değişmez. O iki saniye, bir ömürlük anlaşmadır.

Sonra, “Kaça olur, ne kadar yeter” sorusu geliyor. İşte burada herkes kendi hikâyesinin muhasebecisi. Kimse kimseye “Az koydun” demez, diyemez, dememelidir. Çünkü herkesin evinin içinde görünmeyen sütunlar vardır, o sütunları ayakta tutmak her gün yeni bir kahramanlık ister. Kimi zaman bir babanın sabah erken kalkıp yola çıkışı, kimi zaman bir annenin akşam mutfakta oyalanırken düşüncelere dalışı, kimi zaman bir gencin gece yarısı ders çalışırken masanın üstündeki lambayı kısmayı unutması. O kahramanlıklar yazılmaz, çizilmez. Ama düğünlerde bir zarfın içinde birbirimize hatırlatılır.

Güncel hâllerimiz içinde bir başka sıcak konu da kira, mutfak masrafı, ulaşım, okul. Düğün, bütün bu başlıkların ortasında bir mola alanı; ama bu mola bir kaçış değil, bir hatırlama. “Biz birlikte olunca daha güçlüyüz” hatırlatması. Zarfın içindeki banknot, o hatırlamanın makbuzu. Hepimizin cebinde görünmeyen bir defter var. Oraya bir çizik atıyoruz, “Bugün de birinin sevincine omuz oldum.” Yarın bir bakıyorsun, o omuz olmak sana bir başka kapıyı aralıyor. Bu yüzden Anadolu’da çoğu iyilik, dönüp dolaşıp aynı sofraya konuk olur.

Bir de düğünlerdeki o an var ya, gelin ve damat ilk dansı ederken herkes susuyor, telefonlar havaya kalkıyor. O an, ekranın içindeki görüntüden çok, salonda dolaşan ortak bir nefes var. Hepimiz aynı anda iç çekiyoruz. Kimimiz kendi geçmişini düşünüyor, kimimiz hayal ettiği bir geleceği. O iç çekişin sesi, koridorlardan geçip mutfağa, oradan sokağa, oradan gökyüzüne karışıyor. Gökyüzü ne diyor biliyor musun? “Dünyanın bütün koşturmacasına rağmen, bir çift göz birbirine gülebiliyorsa, her şey yeniden başlar.” Zarfın içindeki para, işte o yeniden başlama cesaretine küçük bir katkı.

Anadolu’nun mizahı, düğünde en çok ortaya çıkar. Bir dayı çıkar, mikrofonu alır, iki kelime eder, bütün salon güler. O iki kelime, koca bir yorgunluğu söndürür. Bazen yanlış anons yapılır, isimler karışır, yine gülersin. Bazen halayda biri ayağını ters döndürür, bir başkası onu tutup düzeltir. Mizah, hayatın bileğini bükmeden ona oyun eden çocuktur. En ciddi masada bile, peçetenin üstüne çizilen küçük bir kalp, ortamı ısıtır. İroni dediğin, kendimizi ciddiye alırken bir yandan da kendi ciddiyetimizle dalga geçebilmektir. Anadolu, bunu iyi bilir. O yüzden en ağır borcu bile bir gülümsemeyle konuşur, en ağır acıyı bile bir çay eşliğinde anlatır.

Peki, zarfın içindeki ekonomi, geleceğe ne söyler? Şunu söyler: İnsanın insana en güçlü yatırımı, yanında durmaktır. Para gelir gider, eşya eskir, düğün fotoğraflarının rengi solar. Ama “O gün yanımdaydın” cümlesi hiç eskimez. Yanında durmak bazen bir zarf, bazen bir telefon, bazen bir yastık, bazen bir çorba, bazen de bir suskunluk. Suskunluğun kıymetini de biliyoruz, çünkü fazla konuşunca kalbin sesi kısılır. Düğünlerde çok konuşulmaz, çok bakılır. Bakışların dili, Anadolu’nun en eski alfabesidir.

Şehirdeki büyük salonlar, köydeki toprak avlular, kasabadaki öğretmenevinin bahçesi, hepsi aynı hikâyeye ev sahipliği yapar. Plastik sandalyenin gıcırdayan sesi ile ipek şalın hışırtısı aynı akşamın şarkısına karışır. Bir yanda yüksek topuklar, bir yanda tozlu ayakkabılar; bir yanda parfüm kokusu, bir yanda toprak kokusu. Hepsi birlikte güzel. Çünkü birlikte olma hâli, güzelliği kendi başına üretir. Zarfın içindeki para, bu güzelliğin masraflarını değil, manasını üstlenir. Mesele masraf değil, mana. Mana olunca masraf hafifler.

Kimi düğünler sade olur, kimi şatafatlı. Kimi şehir merkezinde, kimi dağın eteğinde. Kimi sessiz, kimi neşeli. Hepsinin ortak paydası, “yuvaya” dair sözlerdir. Yuva, iki kişinin kurduğu bir yer gibi görünse de aslında koca bir cemaatin, bir mahallenin, bir akraba ağacının gölgesidir. Yuvanın çatısı, zarfın içindeki parayla değil, tutulan sözlerle kurulur. “Zorda kalırsan ara” cümlesi, en sağlam kiremittir. “Biz buradayız” cümlesi, en sağlam kiriş. “Allah bir yastıkta kocatsın” cümlesi, en güzel gökyüzü penceresi. Bu cümleleri kurarken de biliyoruz ki, güncel olan her şey aslında kadimdir, kadim olan her şey de bugün yeniden doğar.

Zarfın içindeki ekonomi, siyasetin, enflasyonun, piyasanın, borsanın, dövizin üstünden atlayıp evlerin kapısına sessizce bırakılan bir merhamet mektubudur. İmzaya gerek yok, mühüre gerek yok. Zarfı bıraktığın elin titrememesi için içini rahat tutarsın, “Gönlümden geçen budur” dersin. Karşıdaki kişi de bilir, “Gönlünle geldin.” Paranın değeri tartışılır, gönlün değeri değil. O yüzden Anadolu’da gönlün kıymeti, her gün yeniden yazılır. Yazının mürekkebi bazen gözyaşı, bazen kahkaha, bazen ter, bazen sabırdır. Hepsi de helal sayılır.

Gece bittiğinde, salon boşaldığında, ışıklar kapandığında geriye iki şey kalır. Biri sandalyelerin sessizliği, diğeri içimizdeki uğultu. O uğultu, bir tür şükür. “Bugün de bir sevince tanık olduk.” Zarfı verdin, halayı çektin, pilavı yedin, dua ettin. Artık eve dönme vakti. Sokak serinlemiş, yıldızlar biraz daha görünür olmuş. İçinden “İyi ki” diye başlayan bir cümle geçiyor. İyi ki hâlâ böyle akşamlarımız var. İyi ki birbirimize zarf olacak kadar yakınız. İyi ki düğün kapılarında beklerken birbirimizin sırtını sıvazlayacak kadar utanmayı biliyoruz, o utancın içinde de büyük bir insanlık taşıyoruz.

Son bir şey daha söyleyeyim, aramızda kalsın. Zarfın içindekini artırmanın en kestirme yolu, zarfın dışındakini çoğaltmaktır. Dışında ne var dersen, bir gülümseme, bir “Gözün aydın”, bir “Hayırlı olsun”, bir “İhtiyacın olursa ben buradayım.” Bu cümleler, banknotu çoğaltmaz belki ama hayatı büyütür. Hayat büyüyünce, zarflar küçülür, çünkü anlam daha çok yer kaplar. Anlam büyüyünce, masadaki su bardağı bile daha serin görünür, pilav daha lezzetli olur, düğün şarkısı bir tık daha tatlı çalar. İşte o zaman anlarsın, biz büyük bir aileyiz. Hepimiz birimizin zarfıyız.

Zarfın içindeki ekonomi, belki pek çok uzman için bir araştırma konusu, pek çok köşe yazarı için bir güncel mesele, pek çok sosyal medyacı için bir viral konu olabilir. Ama bizim için, Anadolu için, akşamın serininde bir sandalye çekip oturanlar için, o zarf bir omuz. Omuz dediğin serttir, güven verir. Yorulunca başını yaslarsın, sevinince kolunu geçirirsin. Omuzlar çoğaldıkça, hayat hafifler. Biz de her yaz akşamında, bir düğün kapısında, omuzlarımızı çoğaltıyoruz. Çok şükür.

Şimdi evine döndün. Çekmeceni açtın. İçinden eski davetiyeleri çıkardın. Aralarında bir zarf buldun, ağzı boş, üstünde adın yazıyor. Belki bir zamanlar senin düğününde sana gelmişti, sonra boş zarfı saklamışsın. O zarfı eline aldın, bir an durdun. İçinden bir ses dedi ki, “Bugün de birine yoldaş ol.” O ses, senin sesin. Çünkü sen de biliyorsun, zarfın gerçek sahibi zarfı veren değil, o anı saklayandır. Ve anı saklamak, bu toprakların en eski mesleği. İyi ki bu mesleğin çırağıyız.

Güncel olan şey, işte bu. Her yaz yeniden başlayan bir omuz verme mevsimi. Her davetiyede kalbimizin taze taze atışı. Her zarfta bir parça utanma, bir parça gurur, bir parça sevgi. Ve her düğünde, “Bir arada olunca güzelleşiyoruz” cümlesinin bir kez daha kanıtı. Ne dersin, bu akşam da birine küçük bir zarf olalım mı? Olursak, dünya umduğundan daha kibar bir yer olacak. Zarfın kağıdı ince, ama taşıdığı şey çok kalın. O kalınlıkla, başımız dik, adımımız sakin, yolumuz uzun. Hadi, yolumuz açık olsun.

Yorum Gönder

Blog içerisinde minimum hatta hiç görsel kullanmamaya özen gösteriyorum, dikkat dağıttığına inanıyorum. Yazılarımda amacım sizlerle sohbet etmek, dahil olmak isterseniz yorum bırakmanızı rica edeceğim, mutlaka cevaplıyor olacağım, kendinize iyi davranın...

Daha yeni Daha eski