Atama Beklerken Sınıf Eskiyor

Bir köy minibüsünün camına alın yazısı gibi yapışan buharı siliyorum, dışarıda yol kıvrılıyor. Şoförün radyosunda türkü, “gözlerin yollarımı bekler” diyor. Yollar beklerken biz neyi bekliyoruz? Bir SMS’i. Bir duyuruyu. Bir listede adımızın görünmesini. Atanamayan öğretmenlerin günlük defteri böyle başlar çoğu zaman. Güneş doğmadan uyanan, KPSS (MEB AGS - ÖABT) netleriyle çay demleyen, plan defteri gibi hayatını karelere bölen insanlar bunlar. Sınıfa giremeyen, ama sınıfın kapısını her sabah aklında açan. Bir yerde tebeşir tozu hâlâ parmak uçlarını gıdıklıyor gibidir, ama kara tahta karanlık bir ekran. Açılmıyor.

Şimdi diyeceksin ki, “herkes bir şey bekliyor, hayat zaten beklemek değil mi?” Doğru, ama eğitimdeki bekleyiş, beklemekten çok bekletilmek. Birileri koltuğun sırtlığına yayılıp “az sonra” diyor, biz kapının eşiğinde ayakta. Atanamayan öğretmenler, çocukluğunun alnına “öğretmen” diye yazılmışların, gençliğinin kenarına “mülakat” diye çizik atılmışların hikayesini taşıyor. Üniversite kayıtlarında heyecanla yazılan “Sınıf Öğretmenliği” satırı, mezuniyet töreninde bir hüzün kıvrımı oluyor. Sonra evdeki duvarın bir köşesinde KPSS (MEB AGS - ÖABT) notları, bir köşesinde deneme sınav sonuçları, bir köşesinde “bu yıl olur inşallah” yazısı. İnşallah kelimesi büyüyor, ilan sayfalarında küçülen kontenjanlarla karşılaşıyor, yine büyüyor. Dilde dua, elde kalem. Gün böyle geçiyor.

Ücretli öğretmenlik. Adında sanki adalet gizli gibi. Ücret var ya işte, sanki hakkın adı parayla tamamlanmış. Oysa o “ücret” çoğu yerde yol parasıyla, kira artışıyla, mutfak eriyiğiyle yarışırken nefes nefese kalıyor. Ücretli öğretmenler sınıfa giriyor, ama isimlikleri yapışkan değil. Seneye aynı sınıfta kalacaklarının garantisi yok. Çocukların gözleri alışıyor, öğretmen gidiyor. Öğretmen alışıyor, okul değişiyor. Ücretli öğretmenlik bazen “idare edelim” cümlesinin eğitimdeki formu. Devamlılık, bir çocuğun en büyük hakkı. Öğretmen değiştikçe ses tonu değişiyor, bakış değişiyor, yöntem değişiyor. Çocuk, kalın çizgili defterine ince bir çizik daha atıyor. Bir harf daha yamuk. Bir hece daha kırık.

“Liyakatsiz ücretli öğretmen” diye bir kalıp dolaşıyor ortalıkta. Bu cümlenin içi, bazen hiçbir yüzü görmeden herkesi yargılayan bir aceleye dönüşüyor. Bir sınıfın kapısından girdiğinde, kimsenin alnında “liyakatsiz” yazmıyor. Sorun kişilerin göğsüne etiket yapıştırmakta değil, etiketi kolaylaştıran düzende. Liyakat konuşulacaksa, konuşulacak şey şu: Sistem, bir öğretmeni emeğinin karşılığını alabileceği, gelişimini sürdürebileceği, öğrencisine tutarlı bir şekilde eşlik edebileceği bir çerçevede mi ağırlıyor? Yoksa onu dalgaların ortasında bir sandal gibi, kıyıya vurmazsa iyi diye bırakıyor mu? Liyakatsizlik, çoğu zaman kurumsal basiretin yerini “idare edelim” demesine yarayan bir sis perdesi. O sis, insanları birbirine düşürmeye de yarıyor. Oysa aynı minibüste yan yana oturuyorlar: atanamayan genç öğretmen ve ücretli öğretmen. İkisi de sabahın ayazından geçmiş, ikisinin de sırt çantasında fotokopi kokuyor, ikisi de teneffüste kahkaha atan çocukların sesiyle gözlerinde pırıldayan bir ışık taşıyor.

Bir Anadolu şehrinin kenar mahallesinde, Eylül’ün ilk haftası. Okulun bahçesinde çınar ağacının gölgesi yüzdelere bölünmüş gibi. Veliler de bölünmüş. Kimi “bu yıl öğretmenimiz kim” diye soruyor, kimi “ücretli mi kadrolu mu” diye. Bir annenin sesi çekingen: “Hocam siz kalıcı mısınız?” Öğretmen cevap verirken sesi titriyor. Kalıcılık bu çağın lüksü. Oysa kalıcı olan öğrenci eksikleri, kalıcı olan sınıfların gölgeleri. O kalıcılığın içine bir öğretmenin yüzünü sabitleyemediğinde, eğitimin hafızası zayıflıyor. Dün verdiği yoklama bugün başka el yazısıyla yazılıyor. Dün öğretilen metnin altı çizili cümlesi bugün başka bir tonlamayla okunuyor. Öğrenci, öğretmeniyle birlikte metot da değiştiğinde, kafasındaki harfler tekrar kuyruğa giriyor.

Bazen bir kahvede otururken kulak kabartıyorum. Masada iki genç konuşuyor: “Bu yıl denemelerde 78 neti gördüm, ama mülakat korkutuyor.” Diğeri, “ben ücretliye döneceğim, bari sınıfın kapısını yeniden göreyim” diyor. Bakıyorsun, ikisi de aynı ailenin çocukları gibi. Birinin hayali atama, diğerinin tesellisi sınıfa girebilmek. Kader çizgileri birbirine yakın. Aradaki tek fark, bir sayfanın üstünde yazan bir karar. Yan masada orta yaşlı bir adam, “bizim köye de bu sene iki ücretli gelmiş, biri coğrafya okumuş ama sınıf okutuyor” diyor. Söz buradan sonra hassaslaşıyor. Çünkü konu uzmanlık değil sadece. İhtiyaç var, ama çözüm amatörce. Bir öğrencinin temel okuma yazma becerisini, mesleki alanı bambaşka biri üstlenmek durumda kaldığında, çocuğun alfabesi, ülkenin geleceğinin alfabesi oluyor. Bazı kusurlar ertesi gün unutulmaz. Bir harfi yanlış öğrenen öğrenci, onu düzeltmek için iki kat emek harcar. Bazen hiç düzeltemez, sadece idare eder. Yetişkin olduğunda da idare eder. İdare edilen bir çocukluk, idare edilen bir cemiyetin önsözü olur.

Hadi bir sınıf hayal edelim. Tahta yeni boyanmış, tebeşir kalın. İlk dersin ilk dakikası. Öğretmen “adım Ayşe” diyor. Çocuklar, “Ayşe öğretmen” diye çoğul bir sevgi. İkinci ayın ortasında bir yazı geliyor, Ayşe başka okula geçecek. Üçüncü ayda sınıfa Ali öğretmen giriyor. “Ben Türkçe’ciyim ama bu yıl sınıfa ben bakacağım” diyor. Yedinci ayda Nisan’ın yağmuru başladı, Ali öğretmen de başka ilçeye gidiyor. Çocukların dilinde isimler koyulaşıp açılıyor, yüzler birbirine karışıyor. Bir tek sınıfın saati hep aynı yerde. Derse her kim girerse girsin 40 dakika. Ama o 40 dakika, öğretmenin sınıfa akıttığı yıllık plan, haftalık tekrar, gün sonu değerlendirme, bireysel takip gibi cümleler olmadan sanki 27 dakikaya düşüyor. Eksilen 13 dakika, çocuğun ileride kaçırdığı bir fırsata dönüşüyor.

Peki atanamayan öğretmen ne yapıyor? O da sınıfta yürümeyen zamanın toplu taşımasını yapıyor. Özel ders veriyor, internetten not paylaşıyor, sesini bir uygulamaya kaydedip “deneme çözümü” diyor. Not defterinde “saat 19.00 matematik, 20.30 sosyal” yazıyor. Tüm bunları yaparken her ayın sonunda bir kursun taksitini ödüyor. Kendine ve geleceğine yatırım yapıyor, ama ülkenin ona yatırım yapması gerektiğini de içten içe biliyor. Bu ülke bir öğretmeni bekletirken, bir öğrenciyi de bekletiyor. Atama ilanında bir başlık eksildiğinde, bir çocuğun kazanacağı bir cümle eksiliyor.

“Liyakat” dediğimiz, aslında öğrencinin hakkını öğretmenin hakkına bağlayan köprü. Köprünün ayaklarından biri sınav, biri eğitim fakültesi, biri pedagojik yeterlik, biri de kamunun şeffaflığı. Köprü sallandığında, karşıya geçen sadece şans. Liyakat, kişisel duygularla, hemşehrilikle, kulisle deliniyorsa, en çok sınıfın loş ışığı etkileniyor. Bir de mülakat meselesi var. Kapalı odalarda açık kaderler çizmemek, eğitimde vicdanın ilk şartı. “Göz teması kurdu mu” gibi ölçüler, “öğrencinin gözündeki parıltıyı görür mü” sorusunun yanına, öğrencinin hayatına tutarlı bir çizgi çekebilecek donanımı ölçen, somut, herkese eşit, kayda değer kriterlerle desteklenmediği sürece sadece çekingen yüzleri cezalandırır. Oysa utangaç bir öğretmen, sınıfta en gür sesi duyurabilir. Bazen gürültü, yetkinliği örter. Bazen sessizlik, bilgiyi parlatır.

Ücretli öğretmenlikte liyakat nasıl kurulur? Bir kere bu alan, geçici bir yama değil, açık bir politika olarak şeffaflaşmalı. Giriş şartları net olmalı. Asgari pedagojik yeterlik doğrulanmalı. Ödeme, aynı işi yapan kadroluyla uçurum yaratmamalı. “Eşit işe eşit ücreti” eğitimin duvarına mıhlamazsak, öğrencinin zihninde de eşitsizliği normalleştiririz. Ücretli öğretmen, hayatının kırılganlığı yüzünden, öğrencinin hayatını kırılgan kılmamalı. Bu kırılganlığı azaltmanın yolu, güvenceli bir takvim. Okul yılının başında “bu sınıfta bu yıl şu öğretmen olacak” diyebildiğimiz bir yapı. Devamsızlığın değil, devamlılığın kurumsal olarak planlandığı bir işleyiş. Ücretli öğretmenlik varsa, neden var? Bu “neden”in cevabı “mecburiyet” ise, mecburiyetin adı planlama eksikliği. Planlama, eğitimin görünmeyen kahramanı. Ayağını yorgana göre uzatmak değil, yorganı çocukların üzerine eşitçe çekmek.

Bir arkadaşım var, adını Duygu diyeyim. Mezun olalı beş yıl olmuş. Üç kez sınava girmiş, iyi netler almış, her defasında “bu yıl olur” demiş. Aralarda ücretli derse girmiş. Bir gün telefonda ağlamakla gülmek arasında bir yerde yakaladım onu. “Bugün sınıfta Ali diye bir çocuk vardı, sesli harfleri karıştırıyor, ‘a’ ile ‘e’ yan yana gelince bocalıyor” dedi. “Ona ‘a’ harfini oturtmuştum, ama haftaya ben yokum. Kim devam ettirecek” diye sordu. Bu soru, bu ülkenin eğitim sorusudur. Kim devam ettirecek? Cevabı bir kişinin kaderi değil, bir neslin geleceği. Duygu’nun hüznünde bildiğin bir şey daha var: O sınıfa yarın biri girecek ve Ali’ye “a”yı belki başka bir tonda anlatacak. Ali iki anlatım arasında kaybolursa, o kayboluşu kim telafi edecek?

Bir de şu var, ücretli öğretmenler suçlu değil. Bu cümlenin altını kalın çiziyorum. Onlar, sistemi ayakta tutan ara kerte. Onlara kızmak, susuzluğu suya kızarak gidermeye çalışmak gibi. Su bulanıksa, bardağı kırmak da çare değil. Çare, kaynağa bakmak. Kaynakta plan var, bütçe var, insan kaynağı var, siyasi irade var. Ücretli öğretmenlik, bazen yılda üç ayrı öğretmen gören sınıfları tek bir yüzle buluşturduğu için bile kıymetli bir çare olabiliyor. Ama çareyi çözüm diye kalıcılaştırdığında, yarayı kabuk bağlamadan taşımak zorunda kalıyorsun. Kabuk, deriyi iyileştirir gibi görünür, ama altta kapanmamış bir sızı kalır. Eğitimde sızılar uzun sürer.

Klasik bir Anadolu akşamı. Balkon demirinde biber dizisi, içeride KPSS (MEB AGS - ÖABT) denemesi. Genç bir öğretmen, bir soruda takılı kalmış. Sorunun kökünde “aşağıdakilerden hangisi” yazıyor, ama asıl hayat sorusu şuracıkta: Aşağıdakilerden hangisi atama bekleyen on binlerce insanın emeğini daha az yorar? Sistem cevap anahtarını vermemiş. Deneme sınavı bittiğinde telefonuna bakıyor, bir haber var mı, bir duyuru var mı. Yoksa gözlerini kapatıp “yarın çocuklara hangi metni okutsam” diye düşünmeye devam ediyor. Kendini hiç görmemiş bir sınıfın velisi gibi kaygılanıyor. Bu ülkede öğretmen olmak, bazen anne-baba yüreğiyle adalet aramak demek.

Sorunları böyle sayarken, “peki ne yapalım” diyenlere sözümüz olsun. Liyakatin kapısını görünür kılalım. Sınav varsa, objektif ölçelim. Mülakat varsa, kayıt altına alalım, açık ve denetlenebilir ölçütlerle yürütelim, kayırmanın aralığını kapatalım. Ücretli öğretmenlik varsa, baştan belirlenmiş süre ve denetimle, asgari standartlarla, eşit işe eşit ücret ilkesiyle işletelim. Öğretmeni yarı yolda bırakmayan, öğrenciyi yıl ortasında öğretmensiz bırakmayan bir takvim koyalım. Zor ilçelere ve köylere gönüllü gidecek öğretmenlere güçlü teşvikler sağlayalım. Barınma desteğini, ulaşım desteğini, mesleki gelişimi cömertçe verelim. Öğretmen açığını kapatmaya yöneldiğimiz her hamlede, öğretmenin yanında öğrencinin de defterine bir düz çizgi çekilmiş olur.

Bir başka mesele de denetim ve destek dengesidir. Sınıfın kapısına sadece kontrol koyarsan, içerideki nefes daralır. Sadece destek koyarsan, gevşeklik artabilir. Öğretmen, sınıfa güvenle girip yetkinlikle çıkabilmeli. Bu güvenden payı olmayan, tebeşir tozunu kaldırır ama yazıyı sabitleyemez. Mesleki gelişim programları, ücretli ya da kadrolu ayrımı gözetmeksizin herkese açık olmalı. Her öğretmen, bir sonraki gün daha iyi anlatabilmenin yollarını öğrenmeli. O yollar, seminerlerle, sınıf içi gözlemlerle, mentorlukla, tecrübeye saygıyla döşenmeli.

Velilere de bir sözümüz var. Sınıfa girenin statüsünden önce, sınıftan çıkacak çocuğun aklına ve kalbine bakın. Bir öğretmenin ücretli olduğu için onu değersizleştiren cümleler, çocuğun gözünde öğretmenin otoritesine gölge düşürür. Otorite, bağırarak değil, güvenle kurulur. Öğretmenle el ele verip, okul idaresinden tutarlı bir plan isteyin. Sorun tek tek öğretmenlerin değil, topluca hepimizin.

Atanamayan öğretmenlerin psikolojisini konuşmadan bu hikâye tamamlanmaz. Beklemek, bir ruh yorgunluğu. Her sabah yeniden başlamak, bir karakter inşası. Ama sürekli beklenti, insanı içerden azar azar aşındırır. Bu aşınmayı görmezden gelmeyelim. Dayanışma, bağ kurma, deneyim paylaşımı, hak arama yollarında birbirimize omuz verelim. Birlikte konuştuğumuzda, birlikte duvara yazdığımızda, birlikte dilekçe verdiğimizde, birlikte veri topladığımızda güç olur. Bireysel kahramanlıklar güzeldir, ama eğitim, kolektif bir eser. Eserin imzası hepimizin adı.

Köy okulunda sobayı yakan bir öğretmenin elleri, şehrin kenarında servis bekleyen bir öğretmenin elleriyle akşam aynı çay bardağında buluşuyor. Biz bu öğretmenlerin üzerine bir ülkenin geleceğini emanet ediyoruz. Emanete böyle bakınca insan daha dikkatli davranır. Bir saksı çiçeğine gösterdiğimiz özeni, sınıfın iklimine de gösterelim. Programlar, bütçeler, tayinler, kadrolar, kriterler. Bunların hepsi, o çiçeğin suyu, ışığı, toprağı. Su azsa çiçek boynunu büker. Işık yanlışsa yaprağı sararır. Toprak kısırsa kök derine inemez. Öğretmen, köktür. Öğrenci, yaprak. Ağaç ise toplumun kendisi. Rüzgarı durduramayız, ama ağacın köküne iyi bakabiliriz.

Bir gün, yine o minibüs. Karşı sırada iki ilkokul çocuğu. Biri diğerine diyor ki, “bizim öğretmen bu sene gitmez, değil mi?” Diğeri cevap veriyor, “bilmiyorum.” Bu “bilmiyorum” kelimesi bir çocuğun ağzından çıkarken, bir ülkenin planlama not defterine kırmızıyla yazılır. O “bilmiyorum”u “biliyorum”a çevirmedikçe, eğitimde hangi yenilikten söz edersek edelim, sınıfın kalbinde bir eksik atış olur.

Atama bekleyen öğretmen kardeşim, belini doğrult. Gözün takvimde, kulağın duyuruda, yüreğin sınıfta kalsın, ama kendini sakın eksik sayma. Ücretli derse giren öğretmen kardeşim, sınıfa girerken kapının gıcırtısını bile sevgiye say. İkisi de ödeme bekliyor, ikisi de kıymet bekliyor. Ama unutma, ikisi de çocuğun gözlerinde aynı ışıltıyı arıyor. O ışık, liyakatle parlar. O ışık, tutarlılıkla büyür. O ışık, kendini yormayan vicdanla kalır. Sınıf dediğin, dört duvar ve bir kapı değil sadece. Sınıf, bir ülkenin kendine söylediği en dürüst cümle.

Gelin, bu cümleyi düzeltelim. Cümlenin öznesi öğrenci, yüklemi öğrenmek, nesnesi umut olsun. Zarfı eşitlik, tümleci adalet. Öğretmen, cümlenin kalbi olsun. Atanama, ücret, mülakat, bunlar cümlenin parantezi. Parantez çok uzarsa cümle boğulur. Boğulmuş bir cümleyle roman yazılmaz, ülke de yazılamaz. Biz, nefes aldıran kısa ve net cümlelerle büyüdük. “Oku” dediler. “Yaz” dediler. “Sev” dediler. Bugün de diyelim ki, “planla”, “destek ol”, “şeffaf ol”, “adaletli ol”. Bu dört kelime, eğitimin yeni başlığı olsun.

Bazen şiirle biter böyle yazılar, bazen hesapla. Ben ikisini de yan yana koymak istiyorum. Şiir tarafı şöyle fısıldıyor: “Tebeşir tozu, parmağında kalır ülkenin.” Hesap tarafı şöyle ekliyor: “Bir öğretmenin yıl içinde kaç defa değiştiği, bir neslin kaç defa eksildiğini gösterir.” Hangisi kulağına daha yakın geldi bilmiyorum. Bildiğim şu: Çocuğun masumiyetini korumak istiyorsak, öğretmenin emeğine kıymet biçmek zorundayız. Atanmayan öğretmenin bekleyişini sonlandırmak, ücretli öğretmenin kırılganlığını onarmak. İkisi de mümkün. Mümkünün kapısı, iyi niyetle aralanır, akılla sürgüsü açılır, cesaretle sonuna kadar itilir.

Günün sonunda, o bahçedeki çınarın gölgesi yine aynı yere düşecek. Ama gölgenin altındaki çocuklar, her gün aynı yüzle, aynı sesle, aynı yöntemle büyürse, gölge kısalmayacak, onlar uzayacak. Uzayan çocukların boyuna göre duvarlara hedefler çizeriz, yükseğe asarız, ulaştıkça alkışlarız. Öğretmenlerin boyunu da ölçmeyelim metreküp hesaplarıyla. Onların yüksekliği, sınıfta kurdukları cümlenin doğruluğu, gözlerindeki umudun direnci, öğrencinin tebessümündeki kalıcılıkla belirlenir. İşte o kalıcılığı sağlamak, bugünün en güncel ödevi.

Atama Beklerken Sınıf Eskiyor. Bu cümle, bir serzeniş değil sadece. Bir çağrı. Öğretmeni bekletmeyen, öğrenciyi sahipsiz bırakmayan, liyakatle nefes alan bir eğitim için bir çağrı. Bugün konuşursak yarın sınıfa bir cümle daha eksiksiz girer. Bugün karar verirsek, yarın çocuğun “bilmiyorum”u “biliyorum”a döner. Bugün iyileştirirsek, yarın şifa oluruz. Ve o zaman bir minibüsün camındaki buharı siliyorum dediğim her sabah, dışarıda sadece yol değil, yön de görünür.

2 Yorumlar

Blog içerisinde minimum hatta hiç görsel kullanmamaya özen gösteriyorum, dikkat dağıttığına inanıyorum. Yazılarımda amacım sizlerle sohbet etmek, dahil olmak isterseniz yorum bırakmanızı rica edeceğim, mutlaka cevaplıyor olacağım, kendinize iyi davranın...

  1. Beklemek çok zor gerçekten. Sistemin çok eksiklikleri var. Olan mesleğini çok seven ve elinden geleni yapmaya hazır olana oluyor.
    Benim bölüm mühendislik olsa da yıllarca bekleyenlerdeniz biz de. Kamuda alım çok düşük olunca yüksek puan lazım. Mülakatı alımlar ya torpilin döndüğü ya da on dakika içinde kendini kanıtlaman gereken alımlar zaten. Özelde iş bulamayınca nasıl bir tecrübemiz olacak zaten. Yıllarca tekrar hazırlanıp 90 üstü almaya çalışırsın, sonunda olur ama millet bu kez zaten torpil var atanmak zor der, mülakatsız olan merkezi atamaya başvuracağım dersin yine anlamazlar.
    Dahası mezun olunca özelde bir şekilde ile girmeyi başaranlar kamuya hazırlananları küçük görür. Neymiş onların idealleri yokmuş, işten kaçmak için kamuya girmeye çalışıyorlarmış. Kendileri aç gözlü işverenlerin kölesi olur halbuki. Özelde çalışıp da huzurlu ve mutlu olabilen kaç mühendis var merak ediyorum. Herkes ulaşamadığını karalama derdinde. Allah sonumuzu hayır etsin.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Maalesef insanlarımız o kadar yargılayıcı oldular ki yayayken araçlara hakaret edip, araç kullanırken yayaya hakaret edebilecek bir empati yoksunluğu yaşıyoruz.

      Sil
Daha yeni Daha eski