Kitaplık (Podcast) - Bölüm 1: Yaşama Sanatı - Andre Maurois


Merhaba sevgili dinleyiciler. Programınız Kitaplık’ın ilk bölümüne hoş geldiniz. Ben Cuma Bozkurt.

Sevgili Kitaplık dinleyicileri, ilk programımız için rafların tozunu alıp, uzun zamandır elime almayı arzuladığım, her okuyuşumda ufkumu tazeleyen bir klasiği indirdim: André Maurois’nın Yaşama Sanatı.

Bu kitap, bir felsefe denemesi olmaktan çok, hayatın beş temel alanında iyi yaşamayı, dolu dolu yaşamayı nasıl başaracağımıza dair samimi ve içten bir rehber. Maurois, bu eserinde Düşünmek, Sevmek, Çalışmak, Emretmek ve Yaşlanmak Sanatlarını inceliyor.

Maurois, Düşünmek Sanatı bölümüne çalışma odasının penceresinden dış dünyayı gözlemleyerek başlıyor. Dışarıdaki Boulogne Ormanı’nın mavimtırak sisini, uçan kırlangıç filolarını görüyor; ama aynı zamanda aklına savaşlar, uygarlıkların ölümleri ve Roma İmparatorluğu’nun sonu geliyor.

Maurois bu gözlemlerden yola çıkarak, bireyin iç dünyasını mikrokozmos, anlamayı ve değiştirmeyi arzuladığımız dev dış dünyayı ise makrokozmos olarak adlandırıyor. Belleğimiz, bu uçsuz bucaksız dış dünyanın zaman ve yer sınırı tanımaksızın yansıdığı küçük bir iç dünyadır. Ancak yansıyan bu görüntü, bahçedeki cam küreye yansıyan gökyüzü ve çiçekler gibi şekli değişmiş, bozulmuş olarak içimize yansır.

Dış dünyanın karmaşıklığı karşısında biz, davranışlarımızın gerçek eşya üzerinde yaratacağı etkileri tahmin etmek için sembollerle (simgelerle) görüntüleri kaynaştırırız; işte buna düşünce adını veriyoruz. Maurois’ya göre, her düşünce bir davranış taslağıdır. İyi davranabilmek için de, iyi düşünmeye çalışmalıyız; yani içimizdeki dünyanın, gerçek dünyanın tam bir görüntüsü haline getirebilmeyi başarmak gerekir.


Peki iyi düşünme yolları nelerdir? Maurois iki ana yolu ayırt ediyor:

Bedeniyle Düşünmek: Maurois, kedinin bir masaya sıçramasını örnek vererek, eşyanın evrenine en iyi uyabilen düşüncelerin, canlı varlıklarda içgüdü veya alışkanlık şeklinde yerleşmiş olanlar olduğunu söylüyor. Kedi, bunu yaparken ne seçim ne de hesap yapar; kaslarıyla, gözleriyle düşünmüştür.

Aynı durum tenis oyuncusu, futbolcu, eskrimci veya akrobat için de geçerlidir; onlar da bedenleriyle düşünürler. Örneğin bir jimnastikçi, hareketi tam doğrulukla belleğinde canlandırmadan gerçekleştiremez. Eğer zihnindeki bu hareket görünümleri dizisinde ince bir çatlak bulunursa, hareket uyumu hemen bozulur. Yalnızca sanatçı ve işçi değil, ilkel yaşam içindeki insanlar, çocuklar ve kalabalıklar da içgüdüsel ve bedensel düşünceye karşı son derece duyarlıdırlar. Hatta sevgililerin bir kavgadan sonra barışması bile sözcüklerle yapılmış bir açıklamadan çok, bir iç çekiş, bir gülümseme veya bakışların karşılaşmasıyla olur.

Sözcüklerle Düşünmek: Bedensel düşüncenin etkinlik alanı sınırlıdır; köstebek ayaklarıyla iyi düşünür ama ayaklarından ötesini, yani yuvalarının bahçıvanda yarattığı kızgınlığı bilemez. Pilotun tehlikesiz iniş yapmasını sağlayan refleksleri olsa da, uçağı icat eden pilotun elleri değildir.

Devlet adamı gibi, milyonlarca kişinin ekonomik durumunu düzeltmesi gerekenler, tarlaların, evlerin veya işlerin belirgin görüntüleriyle düşünemezler; düşüncelerini hızlandırmak için sözcükler adı verilen simgeler koymak zorundadırlar.

Sözcüklerin gücü sihirli gibidir. Otelde "Çay" dediğinizde, Çinli ekenlerden, İngiliz gemisine, sığır çobanından fırıncıya kadar bütün bir karmaşık gerçeklik sizin hizmetinize koşulmuş olur. Sözcüklerle düşünen insan, ulusları, orduları, kıtaları hareket ettirebilir. Örneğin bir devlet başkanı "seferberlik" sözcüğünü söyleyerek, bin yıllık kentleri yerle bir edebilir.

Ancak bu büyük kolaylığın bir tehlikesi vardır: Sözcüklerle düşünen insanın sorumluluklarını ölçmesi zordur. Hareketleri fazlasıyla kolaydır ve yanlışlık ile ceza arasındaki zaman aralığı uzundur. İnsan, Leibnitz'in dediği gibi, "sözcüklerin samanını eşyanın tohumu sanmak" hevesine kapılabilir. 

Soyut cümleler, belirgin bir görüntü canlandırmadığı halde doğru sanılabilir ve bir uygarlığı yıkabilir. Ekonomik bir formül (örneğin "Ücretleri artırmak alış gücünü artırmak demektir") kulağa doğru gelebilir ama gerçekte ekonomik karışıklığa son vermez, çünkü cümlenin sadeliği eşyanın karışıklığını yansıtmaz.


Mantık, Muhakeme ve Kartezyen Metot: Uygarlığın başlangıcından beri düşünürler, bu patlayıcı simgeleri (sözcükleri) önleyici bir beceriyle kullanabilmek için yöntemler aramışlardır ki, buna mantık adını verdiler. Mantık, sözcüklerin yerini değiştirerek kurallara uymak sanatıdır; bu kuralların iç dünyanın yasalarının dış dünyanınkilere uyması için bir garanti olması umulur.

Ancak Maurois, mantığın yetersiz kaldığını vurgular: Mantık hiçbir yenilik yaratamaz. O, yalnızca "A'nın A olduğunu" tekrarlamak zorundadır. Yeni kavramlar ancak deneyimden veya sezgiden gelir. Kant'a göre, bilgiyi genişletmek isteyen katıksız mantık, kendisine destek olacak bir dayanak noktasından yoksundur.

Mantık bizi yanılgılardan korumasa da, tehlikeli bir alışkanlık edinmemize yol açmıştır: Doğru gibi görünen bir uslamlama yaptıkları zaman her şeyin kazanılmış olduğuna inanmak. Oysaki insanlar yüzyıllardır hemen hemen her şeyi ispat edebilmişlerdir: Çelişik felsefeleri, demokrasinin gerekliliğini, ırk ayrımını. Filozof Alain’in dediği gibi: "Her kanıt, benim için açıkça onurunu yitirmiştir.".

Maurois, sözcüklerle düşünmenin tehlikelerini gidermek için gösterilmiş bir çaba olarak Kartezyen Metodu inceler. Descartes'ın ilk kuralı, doğru olduğuna açıkça aklı yatmadıkça hiçbir şeyi doğru kabul etmemektir. Bunu başarmak için de aceleden ve önyargıdan kaçınmak gerekir.

Acele etmenin nedenleri arasında, zaman kısıtlamaları (sınavlar, teslim tarihleri) ve kendini beğenmişlik (bilmediğini açıkça söyleyememek) sayılır. XIV. Louis’nin en sık kullandığı deyimlerden birinin "Bir bakayım hele" olduğunu hatırlamalıyız.

Önyargı ise aklımızı bozan başka bir etkendir. Aile, klan yargıları, soyaçekimimiz ve eğitimimiz bize bazı duyguları adeta zorla verir. Çıkarlarımız da başka bir önyargı nedenidir. Pascal’ın dediği gibi, geometri, tutkularımıza politika kadar karşı çıksaydı, o kadar iyi muhakeme yürütemezdik. Aşk veya nefret, kumandayı ele aldığında mantık onlara uymak zorunda kalır ve çılgınlıklarını haklı göstermek için nedenler bulur.

Kartezyen metot, zihinlerimize en basitlerinden en karışıklarına doğru bir dizi halinde yön vermeyi ve hiçbir şeyi unutmamaktan emin olacak kadar eksiksiz sayımlar yapmayı öğütler. Bu metot matematikte ve basitleştirilmiş fenomenlerde etkili olsa da, daha karmaşık bilimlere (biyoloji, ekonomi, politika) uygulandığında yetersiz kalır. Karmaşık bilimlerde sorunlar sayılamayacak kadar çoğalır.


Deneysel Metot: Maurois, düşünce gücüyle çözülemeyecek soruların (örneğin elma çekirdeğinden ne çıkacağı, bilinmeyen bir mikrobun hastada yaratacağı tepkiler) kime sorulması gerektiğini belirtir: aklımıza değil, doğaya, eşya dünyasına. İki yüzyıldan beri insana dış dünya üzerinde olağanüstü egemenlik kurma olanağını sağlayan metot, mantık, gözlem ve deneyimin bir karışımıdır: Deneysel Metot.

Claude Bernard’ın tanımına göre, bu metot fikirlerimizi metodlu bir şekilde vakıalarla (olgularla) karşılaştırmaktan, denetlemekten ibarettir. Bilgin, gözlemlerinden varsayımlar çıkarır; sonra bu varsayımların doğruluğunu deneylerle test eder.


Maurois mizahi bir örnek verir: Viski, brandi ve cin ile soda içen, hep sarhoş olan öğrenci, sonunda "Beni sarhoş eden, sodadır" sonucuna varır. Oysa sağduyu sahibi bir deneyci, sodayı kaldırarak karşıt-deney yapmalıydı.

Deneysel bilim, doğa yasalarının devamlılığıdır varsayımını kabul eder. Bilim, Valery'nin deyimiyle, "Başarı sağlamış bir yöntemler bütününden ibarettir". Bu metot sayesinde insan, bir düğmeye basarak bütün makineleri harekete geçirebilir veya soğuğu, karanlığı, açlığı yenebilir.


Peki, evrene uygulandığında başarılı olan bu düşünce sanatı, niçin insan topluluklarının yaşamına da uygulanamaz?. Lord Salisbury’nin dediği gibi: "Bunu kimyasal açıdan düşünmeye çalışalım," yani insan öğelerini, kimyasal bir deneyde maddi öğeler nasıl kullanılıyorsa öyle ele alalım.


Deneyimin Bıraktığı Boşluklar: Ne yazık ki, deneysel metot, manevi, politik ve toplumsal yaşamda pek az sonuç verebilmiştir. Nedenleri şunlardır:

1. Kapalı Sistem Gereksinimi: Deneyler, yapay bir şekilde yalıtılabilecek kapalı bir sistemi gerektirir (örneğin suyun kaynama koşulları). Karışık toplumlar söz konusu olunca bu imkansızlaşır.

2. Yeniden Yapılabilirlik: Deneysel metot, deneyimin yeniden yapılabilmesini gerektirir. Bir vatandaş sınıfını ortadan kaldırmayı deneyecek aklı başında bir devlet adamı çıkabilir mi?. Dürüst bir karşıt-deney için yeniden kapitalizmi kurmaya yanaşacak bir komünist var mıdır?.

3. Deneycinin Tarafsızlığı: Metot, deneycinin çıkar kaygılarından uzak ve iyi niyet sahibi olmasını gerektirir ki, tutkuların söz konusu olduğu alanda bu neredeyse insanüstü bir niteliktir.

Politikada veya ekonomide, en çelişik teoriler bile olgular tarafından desteklenebilir. Örneğin, deneyimin liberal ekonomiyi ölüme mahkum ettiği söylenebilir, ama kollektivizmi de mahkum ettiği aynı şekilde söylenebilir.


Toplumsal denemeler (Roosevelt denemesi, Blum denemesi), harekete geçiremeyeceğimiz kadar pahalı, bütün olarak gözleyemeyeceğimiz kadar geniştir. İngiliz demokrasisi denemesinin mutlu sonuç vermesi, başka ulusların da demokratik olacağı anlamına gelmez, çünkü İngiliz gerçekleri Fransız gerçekleriyle eş değildir. Özgürlük mutlak otoriteden daha mı iyi? Bunu ölçebilmenin yolu yokken bu sorunun cevabını bilimle bulamayız.

Düşünce ve Hareket: Ancak hareket etmek, karar vermek gereklidir. Alain, "Yapmak, istemekten önce gelmelidir" der. Suya atılan köpek yavrusu, yüzmeyi istemeden önce yüzer. Yazar, bir romana başlarken ne yazmak istediğini kesinlikle bilmez, kendini suya atar; gerçekleştirme, istemeden önce gelmiştir.

Büyük hareket adamının dünyasında düşünmek sanatı, düşünceyi içgüdü haline getirmek sanatı olacaktır. Gözlemlerin ve kuralların onun bedenine işlemiş bulunması zorunludur ki, karar verirken gerekli hıza sahip olsun. Yaşlı bir doktorun teşhis koymasına yön veren, gözlemiş bulunduğu binlerce hastalıktan doğmuş olan içgüdüsüdür. O, belki genç profesörün yanında biraz bilgisiz kalır, ama o bilir ve gerçekte ötekilerden biraz daha az yanılır.

Büyük hareket adamında iç dünya, dış dünyanın tıpatıp eşi bir görünüye sahiptir. Gerçek bir devlet adamı, ulusunu benliğinde taşır ve tepkisinin ne olacağını valilerinden daha iyi bilir. Bilgi edinmek, kültür sahibi olmak değildir. Kültürlü bir adamın aklında olgular örgütlenmiş ve canlı, gerçek dünyanın görüntüsü olan bir dünya meydana getirmiştir.

Maurois, teorik düşünceyle eylemli düşünce arasındaki ilişkiyi bir savaş tablosuyla anlatır: Hava kuvvetleriyle piyade birlikleri işbirliği yapmak zorundadırlar. Hava kuvvetleri (katıksız düşünce) düşman saflarını gözler, tahminler yürütür. Piyade birlikleri (hareket) ise engellerin üzerinden uçamaz, onları ya yoketmek ya da aşmak zorundadır. Devamlı işbirliğidir ki zafere ulaşılmasını sağlar.

Sonuç olarak, insan düşüncesi bütün evrenin doğru bir haritasını çizemez, Ütopya kıyılarını seçemez. Ancak eskiçağ gemicileri gibi, atalarının bilgilerinden yararlanarak, denemelerle tamamlayarak ve yıldızları gözleyerek takımadadan takımadaya ilerleyebilir. Bu kadarı da yeter ve zaten ihtiyarlı Ulysses de tanrılardan daha fazlasını istemiyordu..

Maurois, bizi düşüncenin zorlu mantık denizinden çıkarıp, kalbimizin ve duygularımızın en karmaşık sanatı olan Sevmek Sanatına davet ediyor. Aşkta doğa, yalnızca ham maddeleri (cinsel istek, soyu sürdürme ihtiyacı) sağlar. İnsan aklı bu ham maddeleri şekillendirmiş olmasaydı, aşklarımızın köpeklerin aşkından farkı kalmayacaktı. İnsan aşkını mucize yapan şey, basit bir içgüdü üzerine en karışık ve en ince duygulardan bir yapı kurmuş olmasıdır.


Merkez soru şudur: Geçici bir içgüdüden, insanlar nasıl devamlı ve katıksız duygular yaratmasını başarabiliyor? Bu, cinsel isteğin kutsallaştırılması sorunudur.

Konunun Seçilmesi: Neden binlerce insan arasından birini seçeriz? İki tez var:

1. Hazırlıklı Oluş: Yaşamımızın bazı çağlarında, özellikle ilkgençlikte, henüz bir kişiye yönelmeyen belirsiz bir istek, bizi aşka hazırlıklı kılar. Beden, muhtemel sevgilinin gelişini beklerken, oradan geçen ilk sevimli kişinin aşkı uyandırması mümkündür. Utangaç kişiler, zoraki bir içreklikle birbirlerine yaklaşabilirler (örneğin Fransız İhtilali’nin zindanlarında olduğu gibi).

2. Kaderin Belirtisi (Yıldırım Aşkı): Yunan efsanesine göre, her insan bir erkekle bir kadından meydana gelmişti, sonradan ikiye ayrıldı ve bu yarılar birbirine kavuşmaya çalışır. Kaderin seçtiği iki yarı karşılaşınca, şiddetli ve tatlı bir sarsıntı onlara yakınlığı haber verir. Bu, sınırsız hayranlığa dayanan, en büyük zevki veren aşktır.

Bazı kişiler ise bir hayat arkadaşını kendileri seçmek zorunda kalmışlardır. Bu seçime yardımcı olmak için Maurois, güleryüz, sabır ve yaşamı iyi tarafından görme alışkanlığını erdemler olarak sayar. Ayrıca seçilecek eşin ailesi uzun uzun incelenmelidir, çünkü mutluluk, mutluluğu getirir.


Aşkın Doğuşu: Stendhal’in gözlemlerini temel alan Maurois, aşkın doğuşunu aşamalandırır:

1. Şiddetli Sarsıntı (Şok): Hayranlıktan, anlaşmadan veya cinsel istekten kaynaklanan ilk etki.

2. Yokluk ve Kristalleştirme: Sarsıntı dikkati çektikten sonra, sevilen kişinin yokluğu, aşkın doğuşuna elverişli bir ortam yaratır. Yokluğunda, sevilen insan kusursuzluklara büründürülür; Stendhal’in Kristalleştirme dediği eylem budur. Proust’a göre aşk özneldir, kendi yarattığımız yaratıklara aşığızdır, ancak doğal bir pırlanta üzerinde kristalleştirme yapılamaz.

3. İkinci Karşılaşma: İlk kristalleştirme sonrası, heyecanımız o kadar büyük olur ki, gerçek yaratığı karşımızda olsa bile görmemiz imkansızdır; onun yerine kristalleştirdiğimiz yaratığı koyarız.

4. Umut Soluğu: Aşk bir ateştir, beslenmezse yanmaz. Aşığın cesaretlenmesi için hafif bir el sıkış veya biraz acele verilmiş bir cevap bile yeterlidir.

5. Kaygıdan Doğan Aşk: Güvenlik duygusu ve karşısındakinden emin olma bazen aşkı öldürür. Pek çok erkekte ve kadında aşk, birbirini takip eden umut verişler ve soğuk davranışlarla beslenir. Aşığın kaygılandırılması için en önemsiz şey bile yeterlidir; bu, onu sevdiğini daha çok düşündürür ve aşkı kökleşir.

6. Cilve Sanatı: Cilve—bir yüz verme, bir kaçma oyunu—bir aşkı uyandırmak ve sürdürmek için biçilmiş kaftandır. Kaçanı kovalamak, sunulandan kaçmak doğaldır.

7. Cilvenin Aşırıya Kaçması: Uzatılan cilve, aşkı öldürür. Madam Recamier örneğinde, cilvenin içyüzü anlaşılınca Benjamin Constant’ın kristalleştirme eylemi tamamen tersine dönmüş; onu "beyinsizin biri" olarak görmeye başlamıştır.

8. Güvenin Önemi: En iyiler, cilvenin kendilerine sağlayacağı üstünlükten, kah aşk kah iyilik uğruna vazgeçerler. Tam bir teslim oluşa yaraşır biri varsa, güzel, karşılıklı ve güvenli bir aşk doğabilir.


Kendini Sevdirmek ve Bıktırmamak: Eskiden kol gücü, sonra kudret ve para, erkeğin kadını elde etmesini sağlardı (Jupiter’in altın yağmuruyla Danae’nin yanına girmesi gibi). Ancak azla yetinemeyen ruhlar, boyun eğdirilmek değil, seçilmek ister. Elde edilme, ancak özgür bir istemin elde edilişiyse sürekli zevk verir.

Aşkı kurtarmak için kendimizi sevdirmek zorundayız. Maurois, kendini sevdirmek için kullanılan yöntemleri, yani kur yapmayı inceler:

• Süslenme: Dikkat çekme amacı taşır. Çiçeklerin renkleri böcekleri çektiği gibi, kadınlar da giysilerinin şıklığıyla kendilerini erkeklerin seçimine sunar. Süs yokluğu bile bazen başlı başına süs olabilir.

• Ustalık Gösterme: Yaptığını başkalarından iyi yapmak. Aşık, ustalığını göstermek ister; bu bir tenis vuruşu, bir roman (Sainte-Beuve’un Clou d’Or’u gibi) veya bir beste olabilir. Kadınlarda güvenlik ihtiyacı, onları güçlü veya zengin erkeklere bağlar.

• Övgü: Yakınma çabuk can sıkar, övgü ise hoşa gider. İnsanların hoşuna, sizin kadar kendilerinin de bildiği nitelikleri değil, kendilerinde olmadığını sandıkları nitelikleri överek girebilirsiniz.

Kadınların kur yapma yöntemleri de vardır. Shaw’un dediği gibi: "Kadın erkeği bekler ama, tıpkı örümceğin sineği beklediği gibi". Kent uygarlıklarında kadının en iyi metodu, erkekle doğa arasında aracılık yapmaktır; erkeği tekdüze alışkanlıklarından koparıp ormanlara, sulara götüren kadın, bütün bu güzel şeylerle bezenmiş olur.


Bıktırmamak Sanatı: Aşk, doğduktan sonra sürekli bakım ister. Aşkta deha, çiftte sürekli bir yeniliği kurtarmaktan ibarettir. Bıktırmamanın büyük gizemi sadeliktir. Akıllı aşıklar, eşlerinin doğal halde kalmalarını sağlayabilen aşıklardır.

Erkek, bir kadının yaşamında aşkın tuttuğu yerin önemini kavramalıdır. Bir anlaşmazlığa düştüğünde, onu asla mantık yürütmekle değil, sevecenlikle, sessizlikle, sabırla kandırabilecektir.


Bıktırmamak için ortak kurallar şunlardır:

1. Aşkın içrekliğinde, ilk karşılaşmada gösterilen nezaketi göstermeye devam etmek.

2. Her durumda kendi kendisiyle alay etmeyi bilecek bir şakacılıktan ayrılmamak.

3. Akla yakın sınırlar içinde kıskançlığı sürdürmek (aşırı hoşgörüden ve güvensizlikten kaçınmak).

4. Zaman zaman, ayrılıklarla yeni bir kristalleştirmeye imkan sağlamak (kısa ve mektuplarla kesilen tatiller gibi).

5. En son ve en gizli kural: Romantik kalmak. "Onu elde ettiğime göre, niçin ona hâlâ kur yapacakmışım? Çünkü bu kadın, benim olmakla beraber, benim değil ve hiçbir zaman da olmayacak...".


Cinsel İsteğin Kutsallaştırılması: Büyük aşklar, şiddetli istek belirtilerinden değil, günlük hayatın eksiksiz ve sürekli uyumundan anlaşılır. Ermişliğin, sıkıntı ve aksiliklere sabırla katlanmaktan ibaret olduğu gibi, aşk da günlük yaşama sabırla katlanmaktır (Azize Therese örneği).

Cinsel istekten doğan, fakat ondan daha uzun ömürlü olan aşkın aslı: Güven, alışkanlık ve hayranlık. Mutlu bir çift, birbirinin önünde miğferin ağır siperliğini kaldırabilir, daha rahat soluk alabilir. Birbirlerinin ruhsal kederlerinden fizik bir acı duyarlar. Büyük bir aşk, en basit insanları bile anlayışlı, esirgemez ve güvenilir hale getirebilir.

Maurois, aşkın sonbahar dönemindeki yaşamını anlatmanın zor olduğunu söyler. Fakat Coventry Patmore’un şiirinde anlattığı gibi, bir kişinin varlığına oynamak, aşkın hem tehlikesi hem soyluluğudur. İspanya’da tanıştığı yaşlı köylü kadının dediği gibi: "Yirmi yaşımdayken bir genci sevdim... Birkaç hafta sonra, öldü... Gene de ben mutluluktan payımı almıştım ve elli yıldanberi bu anıyla yaşadım.".

Sevmek sanatının son sözü Stendhal’de değil, Mozart’ta aranmalıdır. O pürüzsüz sesleri, insanı kendinden geçiren armonileri dinleyiniz. Eğer o kusursuzluğu, o eşsiz uyumu duygularınızda da buluyorsanız, büyük bir aşkı yaşıyorsunuz demektir.

"Bu, sizin o yüce ve zarif davranışlarınıza o kadar benzemeyen bir şeydi ki... Ey benim sevgilim, bir öpücük bile vermeden, bir veda sözü söylemeden korkmuş bakışlarla ve anlaşılmaz bir cümle mırıldanarak çıktığınız bu uzun yolculuktan hiç mi pişmanlık duymuyorsunuz?.. Gerçekten de bu, sizin o yüce ve zarif davranışlarınıza o kadar benzemeyen bir davranıştı ki ! ".

Shelley, "Ruh, neşesini çalışmakta bulur" der. Çalışmak, doğanın yarattığı maddeleri, yaratıkları daha yararlı ve daha güzel hale getirecek şekilde değiştirmek demektir.

Çalışanlara ortak birkaç temel kural vardır:

Yapılması Mümkün Olan İşleri Seçmek: Her şeyi yapmak isteyen, hiçbir zaman bir şey yapamayacaktır. Napoleon, savaş sanatının belirli bir anda en güçlü olmaktan ibaret bulunduğunu söylerdi; yaşamak sanatı da bir saldırı noktası seçebilmekten ve bütün gücünü orada toplamaktan ibarettir. Bir meslek seçimini rastlantıya bırakmamalı, doğal yeteneklerimizi sormalıyız.

Seçim yapıldıktan sonra artık pişman olup geri dönmek yok. Askerler, uzun tartışmalara "İş başına!" diyerek son verirler; biz de iç tartışmalarımızı böyle sonuçlandırmalıyız.

Geniş bir eseri aşamalara ayırmak ve kendini yalnız bir aşamaya vermek en doğrusudur. Dağcı, gözünü ne uzaklığı kendisini korkutacak doruğa kaldırmalı, ne de derinliği dehşete düşürecek uçuruma indirmelidir; hep özüne, buza kazdığı basamaklara bakmalıdır. Lyautey, Fas’a geldiğinde kaostan başlamış, elinde tuttuğu kentleri (Rabat ve Fas) sağlamlaştırdıktan sonra, zeytinyağı gibi yayılma politikası güderek ilerlemişti.


Başarı İhtimaline İnanmak ve Disiplin: Başarısızlık, inancı öldürebilir. Samuel Butler, "Üzümü daima en iyi tanelerden başlayarak yemelidir" der. Birkaç denemeden sonra yürek cesaretlenir ve çok sayıda kitap yazmış bir yazar, başladığını bitireceğinden artık kuşku duymaz.

Bir çalışma disiplini gereklidir. Günde sekiz saat bile çalışan bir adamın başarabileceği iş şaşırtıcıdır. Sadece masanın başında oturmak yetmez, orada kendini savunmak da gerekir. Dış dünyayı unutmak ve yalnız kendi fikirlerini izleyebilmek için bir işe koyulma süresine ihtiyaç vardır; sık sık kesilen bir iş, daima kesintilerin izlerini taşır.

Çalışan bir kimse için, zaman yiyicilerinden (kronofaj’lardan) sakınmak bir görevdir. Onlara karşı iyilik, sabır göstermek büyük kabahattir; onlara sert muamele etmek görevdir. Goethe, "Başkaları için bir şeyler yapmak isteyen, kendini başkalarına kaptırmamaya bakmalı" der. Bir başarısızlık halinde, fazla hoşgörülü olduğu için ilk kınayacaklar, yine başkaları olacaktır.

Bu disiplin, bir duygu disiplinine kadar gitmelidir. Önemli bir fedakarlığı haklı gösteren bazı işlere her şeyi feda etmek gerekir (Joffre’un duygulu olma hakkını kendine tanımaması gibi). Büyük çalışırların hepsi, zaman zaman yalnızlığa çekilmesini bilen kişilerdir. Yalnızlıkta küçüklükler ve önemsizlikler geriler, geniş düzlüklere uzun ömürlü yapıların temeli atılır.


Ev Kadınının Çalışması ve Öğrenmek: El işiyle kafa işinin birleşmesinin güzel bir örneği, severek yapıldığında, ev kadınının işidir. Evini iyi yöneten bir kadın, oranın hem kraliçesi hem tebaasıdır. Maliye bakanıdır, güzel sanatlar bakanıdır, aile eğitim bakanıdır. Lyautey’in dediği gibi: Kusursuz olan şey, kusursuzdur, boyutları ne olursa olsun. Bu alan, çalışmak sanatıyle sevmek sanatının bir kesişme noktasıdır.

Öğretim konusunda, disiplinsiz öğretim olmaz. Okul acımasızdır; erdemi buradadır. Öğretimin amacı, çocuğu eğlendirmek değil, bir belleğe temel bilgiler çerçevesi yerleştirmektir. Zahmetsiz öğrenilen şey, kısa zamanda unutulmaya mahkumdur. Liseler arası genel yarışma ve sınavlar (bakalorya gibi) gereklidir, çünkü rekabetsiz ve yaptırımsız ciddi çalışma olmaz.

En önemli öğretim, ilk öğretimdir. Birçok konuyu iyi-kötü öğretmektense, birkaç konuyu adamakıllı öğretmek daha iyidir. Napoleon, "Her şeyden çok latince ve geometri öğretilsin" diyordu.


Okumak Sanatı: Okumak bir iş midir? Valery Larbaud ona "cezalandırılmayan kötü huy" adını verirken, Descartes "geçmiş yüzyılların en dürüst kişileriyle bir konuşma" diye tanımlar.

Kötü huy olan okuma, kitapları bir çeşit afyon olarak kullanan ve hayali bir dünyaya dalıp gerçek dünyadan kopan kişilere özgüdür. İş için okuma ise daha etkindir; belirli bilgileri, zihindeki bir yapıyı tamamlamak için okumaktır.


Okumanın kuralları şunlardır:

1. Birkaç yazarı ve konuyu eksiksiz bilmek, birçok yazarı üstünkörü bilmekten daha iyidir. Montaigne'in, Balzac’ın veya Proust'un yakını olmak, bir yaşamı zenginleştirmeye yeter.

2. Büyük eserlere geniş yer vermek. Yüzyılların yaptığı seçime güvenmeliyiz.

3. Besinleri iyi seçmek. Her ruhun alması gereken besinler ayrıdır; bize uyanlara sadık kalmalıyız.

4. Okumamızı güzel bir konserin saygılı ve sessiz havasına büründürmek. Gerçek okuyucu, kendisine uzun, yalnızlık içinde akşamlar hazırlar.

5. Kendisini büyük kitaplara layık hale getirmek. Büyük kitapların okunması da tıpkı aşk gibidir: İnsan ancak kendi getirdiğini bulabilir. Okumak sanatı, her şeyden önce, yaşamı kitaplarda bulmak ve kitaplar sayesinde onu daha iyi anlamak sanatıdır.


Sanatçının Çalışması ve Dinlenmek Sanatı: Sanatçının çalışması, teknik hüner (ustaların incelenmesi ve sabırlı tekrarlamalarla kazanılır) gerektirir. Bu hünerin yanında Tanrı vergisi şarttır, ama bu vergi kendi haline bırakılırsa kısır kalır. Proust ve Valery gibi ustaların çalışmaları, sabırlı araştırmalar ve devamlı düzeltmelerden meydana gelen bir yöntemdir.

Ancak teknik çalışmanın dışında, sanatçı yaşamalı ve yaşamış olmalıdır. Sanatçı, geçmişini sindirmek ve sanat maddesi haline getirmek için durmadan çiğnemek zorunda bulunan bir geviş getirendir. Goethe: "Die ganze Arbeit ist ruhig sein" (bütün çalışmamız dinlenme halinde olmaktan ibarettir) diyor.

Dinlenmek Sanatı çalışmak sanatının bir parçasıdır, çünkü yorgun bir adam yararlı iş çıkartamaz. Fizik yorgunlukta dinlenmek kolaydır, ancak zihin yorgunluğunda uyku bazen gelmez. Uyumak için, uykusuzluğu yaratan günlük düşünceleri uzaklaştırmalı, zihni çocukluk gibi geçmiş uzak zamanlara dönmeye zorlamalıdır.


Boş zamanı kullanmak için yöntemler:

• Dinlenme-İş: Başkaları için iş sayılan bazı hareketler bizim için dinlenme halini alır (bahçeyle uğraşmak, marangozluk).

• Oyun: Amacı gerçek sorunları çözmek değil, keyfi kurallara uymaktır (satranç, briç). Spor, oyuncuların kurala uyma zorunluluğunu benimsediği için ahlak yönünden üstünlüğe sahiptir.

• Gösteriler: Başkalarının davranışlarına tanıklık etmektir (tiyatro, sinema). Sanat dünyasında bizden hiçbir karar almamız istenmez; felaketler bir düş dünyasında geçtiği için dinlendiricidir.

• Seyahat: Ülke değiştirmek, günlük sorumluluklardan sıyırıp aldığı için bir dinlenmedir.


İşini gerçekten seven bir adam, en kısa bir dinlenmeden sonra güçlü bir utkuyla tekrar işinin başına döner. Çalışmak o kadar doğal bir duygudur ki, "Çalışmak, sıkıntıyı, kötülüğü ve yoksulluğu uzaklaştırır". Yaptığı işe dört elle sarılan insan, kaygılı düşlere dalacak yer bulamaz. Maurois, Eylül 1938 krizinde, gece bombardımanlarının kanlı görüntüleri düşleri doldurduğunda, ancak çalışmakta biraz huzur bulabildiğini anlatır.

İnsanlar, içlerinden biri her an hepsinin faaliyetini tek bir amaca yöneltmedikçe, ortak bir işi olumlu sonuca ulaştıramazlar. Bir başkan ortaya çıkar çıkmaz, kumanda enerjik ve kesin hal alır almaz düzen kargaşalığın yerini alır. Kumanda olmadan askeri harekat da, ulusal yaşam da, toplumsal yaşam da olmaz. Devrimcilerin, bütün vaatlerine rağmen yeryüzünde asla eşitlik kuramayışlarının nedeni budur.


Başkanı Nasıl Seçmeli?: İnsanlık, başkanlarını seçmek için dört temel yöntem bulabilmiştir:

1. Soydan Gelme Başkanlık: En eski yöntemdir. Soydan gelen başkan, emri altındakilerin gözünde doğal bir itibara sahiptir. Ancak tehlikesi şudur ki, en büyük erkek çocuk budala olabilir. İngiltere gibi ülkeler bu sistemi sağduyuyla dizginlemiştir.

2. Seçimle Başkanlık: Seçilen başkanın tartışmasız otoriteye sahip olması beklenir. Ancak seçilmesine önayak olan nitelikler (güzel konuşma, sevimlilik) başkanlığa yetecek erdemler olmayabilir. Adamakıllı bölünmüş bir ülkede seçilen başkan, seçmenlerin yarısından biraz fazlasının temsilcisi olabilir. Bir ordunun generalini çoğunluk oyuyla seçmek ise orduyu yenilgiye sürüklemek demektir.

3. Mandarinlik: Başkanların, başarıyla verdikleri sınavlar sonucu seçildiği rejimdir (eski Çin, kısmen modern Fransa). Oldukça adil görünse de, başkanlık nitelikleri bir sınavla saptanabilecek nitelikler değildir. Valery’nin dediği gibi, toplumun en büyük kötülükleri seçim ve diplomadır.

4. Başkanların Başka Başkanlar Tarafından Seçilmesi (Piramit Sistemi): Bu, en akla yakın metottur. Piramit tepeden itibaren kurulur. Bütün seçimler, politik anlayışlar yerine teknik ve ahlaki kaygıların ışığı altında gerçekleştirilmelidir, ancak dostluklar ve yakınlıklar büyük rol oynar.


Son olarak, Zorla Kabul Ettirilen Başkan vardır. Devletin çözüldüğü, zayıfladığı durumlarda başkan kendi kendisini zorla kabul ettirir (Cromwell, Bonaparte). Zorla iktidara gelen, başkanlık niteliklerine sahip olduğu kuşku götürmez bir gerçektir.


Başkanın Kişiliği: Başkanın sahip olması gereken en önemli nitelik iradedir. Karar almasını ve bu kararın sorumluluğunu yüklenmesini bilmek zorundadır. Astların cesaretini, tereddüt eden ve bir karar verip bir vazgeçen bir başkan kadar kıracak bir şey yoktur. İmparator: "Sebat, her şeyden önemlidir" derdi.

Başkan sert olabilmelidir, ancak hain olmaya, acımasız olmaya, kin beslemeye hakkı yoktur.

Başkanın teknik ekibine kendisini saydırması şarttır; saygı görmek için ise saygıdeğer olmak şarttır. Büyük bir başkan, büyük bir kişilik sahibi demektir. Pitt’e göre, bir başkanın en birinci niteliği sabır'dır. Budalalık, insanlara ilişkin sorunlarda önemli bir etkendir; gerçek başkan, sabırla katlanmaya hazırlıklıdır.

Başkanın bir başka erdemi de ağzı sıkılıktır. Richelieu: "Gizlilik, her işin ruhudur" derdi. Albay de Gaulle: "Otoriteyi sessizlik kadar arttıran şey yoktur" der. Konuşmak, düşüncesini açıklamak, içindeki ateşi dağıtmak, işlerin yoğunlaşmayı gerektirdiği sırada, aksine, parçalanmak demektir.

Başkanın Aklı ve Yönetmek Sanatı: Bir başkanın genel kültür sahibi bulunması arzu edilir. Şiir ve tarih ona, insan tutkularını daha iyi tanımasını öğretir. Foch’a göre, edebiyat, felsefe ve tarih incelemelerinin amacı, yaşayan dünya üzerinde fikirler yaratmak ve zekayı yumuşatmaktır.

Başkanın zekası basit olmalıdır. Faaliyet, fazla karışık fikir ve planlara pek ayak uyduramaz.

Başkanın zekası hızlı olmalıdır. Birçok hallerde, zamanında gerçekleştirilmiş kusurlu bir tasarı, kusursuz ama gerçekleştirilmesi geç kalacak bir tasarıdan daha iyidir.

Verdiği emirlerde ise açıklık en birinci niteliktir. İhtiyatlı bir başkan, kimsenin hiçbir şeyden hiçbir şey anlamadığını ve herkesin her şeyi unuttuğunu önceden kabul edip hareketlerini ona göre ayarlar.

Yönetmek Sanatı barış zamanında emretmekten farklıdır. Özgür bir devletin hükümet başkanı, hiçbir şeyin (anarşi korkusunun bile) kendisine itaat etmeye zorlamadığı bir grubu, sisli ufuklara yöneltmek zorundadır.

Yöneticide aranacak en önemli erdem, mümkünü anlama duygusudur. Büyük devlet adamı, kuvvetleri doğru değerlendirmesini bilen ve kendine: "Şuraya kadar gidebilirim, daha öteye geçemem" diyebilen kimsedir.

Gerçek devlet adamı, halkla yaptığı konuşmalarda doktrinlere selam vermekle birlikte, asıl ilgilenmesi gerekenin ulusun gerçek ihtiyaçları olduğunu bilir.

Son olarak, Başkanın Görevleri açıktır. Yönetici sınıfların görevi yönetmek, yani onura ve çalışmaya giden yolu göstermektir. Emretmek, bir ayrıcalık değildir, bir onur ve bir yükümdür.


La Rochefoucauld’un dediği gibi: "Yaşlanmasını bilen insan pek azdır". Yaşlılığın başkaları gibi bizim de başımıza geleceğine inanmakta zorlanırız. Bizler, yıllardır gençliğin çekingenliklerini ve umutlarını içimizde saklarız.

Gölge Çizgisi ve Yaşlılığın Doğal Hali: Hastalıklar, insan ormanlarının fırtınalarıdır; yaşlanmakta olduğumuz gerçeğini ortaya çıkarırlar. Conrad’a göre, kırkından itibaren "herkes önünde bir gölge çizgisi görür". Bugün bu çizgi daha çok elli yaş civarına koyulmalıdır.

Yaşlılık, ak saçlardan çok, artık çok geç kalındığı, oyunun bittiği duygusudur. Yaşlılığın gerçek kötü yanı, bedenin zayıf düşmesi değil, ruhun kayıtsız kalmasıdır. Yaşlı adam: "Neye yarar?" diye düşünür.

Hayvanlar dünyasında, avı yakalayabildiği sürece saygı gören yaşlı kurt, gücünü yitirdiği gün öldürülür. Bizim de hindistan cevizi ağaçlarımız vardır; halkın "Artık işi bitmiş!" diye yargıya varması, bazen idam hükmü sayılır.

Devrim dönemlerinde ve hızlı değişimlerde gençliğin zaferi mutlaktır. Ancak zengin ve yaşlı toplumlarda, değişmemiş bir dünyada tecrübe büyük değer taşıdığı için yaşlılar saltanatı kurulur. Eski Çin'de, yaşlılar soylu bir sevgiye konu teşkil ederlerdi ve oğul, babasının yorganlarının sıcacık olmasına dikkat etmeliydi.

Yaşlılığın Kötü Yanları: Yaşlılık, bir yorulan motör gibidir. Ondan fazla çaba harcaması beklenmemelidir. Bazı sanatçıların esin kaynakları erken kurur; bu, kalbin susmasının ruhu da susturmasındandır.

La Rochefoucauld: "Yaşlılık, ölüm cezası tehdidiyle, bütün gençlik zevklerini yasaklayan bir müstebittir". Özellikle aşk zevkini yasaklar. Yaşlı erkek Balzac’ın Baron Hulot gibi, bir güleryüz dilenerek sefalete yuvarlanması, aşık ihtiyarın trajedisidir. Chateaubriand: "Kadınları çok sevmiş olanların cezası, onları daima sevmektir" der.

Yaşlılığın bencilliği, tuhaf bir şekilde kalbin kurumasına yol açar. Cimrilik de yaşlılığın kötü yanlarından biridir; hem yoksulluk korkusundan hem de mal-mülk hırsının her yaşta kapılınabilecek bir tutku olmasından ileri gelir. La Bruyere’e göre, cimrilik, yaşlılığın bir sonucudur, çünkü zevk ve hırsları kalmayan yaşlılar, kolayca bu tutkuya kapılır.

Yeni fikirlere ayak uyduramayan yaşlı, olgunluk çağı peşin hükümlerine kindar bir sebatla sarılır. Bitip tükenmek bilmeyen aynı öyküleri anlatır. Sonunda yalnızlık başa geliverir. Tolstoy, Savaş ve Barış'ta, amaçsız, anlamsız, tesadüfen unutulmuş bir varlık hisseden yaşlı kadının, sırf bir midesi, bir beyni olduğu için fiziksel ihtiyaçlarını yerine getirdiğini tasvir eder.

İyi Yaşlanmak Mümkün Mü?: Yaşlanmak sanatı, yaşlılığın kötü yanlarıyle mücadele etmek ve hayatımızın sonunu mutlu bir dönem haline sokmaktır.

Uygarlık, yaşlılık görünüşüyle mücadele yolları öğretmiştir. Peruka, pudra, dudak boyası ve tül, zamanın izlerini gizler. Bilim de yaşlılığa karşı çözümler arar (damarların yaşı, hormon tedavileri). Ancak seksen yıl içinde insan, her şeyi görmüş olur; ölüm korkusu eski şiddetini yitirmiştir. Wells, ölümü, saati gelince bize "Gidip yatma zamanınız geldi" diyen sevecen ve sert bir dadıya benzetir.

İyi yaşlanmak mümkündür. Gizemi, asla kendini koyvermemektedir. Vücut gibi kalbin de idmana ihtiyacı vardır. Yaşlılıkta, özenin, sevecenliğin ve hayranlığın yaşı yoktur. Hatta fırtınalı gençliklerin kalıntılarıyle iki sevimli yaşlılık yaratılabilir; duygusal anlaşmazlıklar cinsel duygularla birlikte yok olur, kıskançlık gençlikle ölür.

Yaşlının çocuklarına ve torunlarına olan bağlılığı, hayatını doldurmaya yeter. Torunlarıyla birlikte koşamasa da, çekimser adımlarla yürüyebilir; ilk ve son adımlar aynı uyuma sahiptirler.

Eğer yaşlı, bencil, cimri ve aksi olmazsa, aksine gençler onun dostluğunu arar. Lyautey’in seksenlik yaşında, umut ve inanç öğrenmeye gelen sadık gençler grubunun çevresinde bulunması çok duygulandırıcıdır. Yaşlanmak, kötü bir alışkanlıktan başka bir şey değildir; işi olan insan, bu alışkanlığı edinecek zaman bulamaz.

Ciceron: "Büyük işler, beden gücü ve çevikliğiyle değil, yaşlılığın, yoksun olmak şöyle dursun, aksine çok daha geniş ölçüde sahip bulunduğu fikirle, otoriteyle, sağduyuyla başarılır".

İyi yaşlanmanın iki yolu vardır:

1. Yaşlanmamaktır: Çalışmaya devam ederek yaşlılıktan kurtulmak. (Faust efsanesinde, kör Faust’u sonunda çalışmak kurtarır).

2. Yaşlılığı Kabul Etmektir: Yaşlılık bir sükun, feragat ve dolayısıyla mutluluk dönemi olabilir. Yaşamın fırtınalı denizini geçmek zorunda oldukları için gençlere acırlar.

Emeklilik, kendilerini emekliliğe hazırlamasını bilmemiş olanları öldürür. Merakını korumuş bir kişi için emeklilik, hayatın en tatlı dönemidir. Büyük yazarlar, yaşlılığımızı güzelleştirebilecek olan ölümsüz arkadaşlardır. Müzik de şaşılacak derecede sadık bir dosttur.

Pascal: "Bir hayat, aşk ile başlayıp hırs ile sona ererse, mutlu demektir.". Bütün arzular yerine getirilmiş veya hırslar sükûnetle yatıştırılmış olarak sona ererse daha da mutludur.

Ölmek Sanatı: İyi ölmenin iki yolu vardır:

1. Epiküryen Yol: Ölümün bize oranla hiçbir şey olmadığına inanmak. Epikür: "Biz varolduğumuz sürece ölüm yoktur ve ölüm olunca da biz yokoluruz" der.

2. Hıristiyan Yol: Ölümün bir geçitten ibaret olduğuna ve ötesinde daha güzel bir yaşamın olacağına inanmak.

İyi işçiler son dakikaya kadar işlerini görerek soylu bir şekilde ölürler. Mesleki ölümlerde yücelik vardır. Dil bilgini Rahip Bouhours'un son cümlesi: "Ölmek üzereyim veya ölüyorum; her ikisi de denir". Matematikçi Lagny’nin ölüm döşeğinde on ikinin karesini soran yardımcısına "Yüz kırk dört" cevabını verip ölmesi gibi.


Gençlere Mektuplar: Maurois’nın gençlere son öğütleri:

1. Fırtınalı denizde akıntıya karşı yüzmektesiniz. Soluğunuz kesilse de, sizden önce başkaları da aynı yükseklikte dalgalarla karşılaşmıştır; dayanacaksınız.

2. Zaferlerin daima kısmi ve geçici olduğunu unutmayın. Hiçbir şey kesin olarak düzene giremez.

3. Acele etmeyiniz. Size engeller, mücadeleler dilerim. Savaşmak sizleri olgunlaştıracaktır. İnsanların ve eşyanın acımasızlığına karşı kendinize bir iç sığınak sağlayınız.

4. Aşkı ciddi yanından alın. Don Juan'a özenmeyin; o, insanların en umutsuzu, en kaygılısı ve en zayıfıydı. Layık gördüğünüz kadına, bütün kalbinizle sadakat yemini verin.

5. Sebatkar ve dengeli olun. İnsanların çoğunluğu için, elindekinden yararlanmak çok daha iyidir. Beraber büyüdükleriyle ve beraber mücadele ettiklerinin ortasında yaşlanıp ölmek mutlu bir sondur.

6. Alçakgönüllü bir gözüpek olun. Sevmek, düşünmek, çalışmak, emretmek güçtür. Rol kısadır ve seyirciler de sizin gibi, ölümlüdürler.

Evet sevgili Kitaplık dinleyicileri, André Maurois’nın Yaşama Sanatı rehberliğinde hayatın beş büyük sanatı üzerine derinlemesine düşündük. Maurois, bize, hayatın ham maddesini alıp, düşünce, sevgi ve disiplinle bir sanat eseri yaratma sorumluluğunu yüklüyor. Unutmayalım ki, iyi yaşamak; iyi düşünmek, sabırla sevmek ve büyük bir tutkuyla çalışmak sanatıdır.

Programımızın bu ilk bölümünü dinlediğiniz için teşekkür ederim. Bir sonraki bölümde, raftan indireceğimiz yeni bir kitapla buluşuncaya dek, kendinize iyi bakın. Sonraki bölümleri kaçırmamak için abone olmayı unutmayın. Ayrıca bölümü beğendiyseniz beğeni ve yorum yaparak destekleyebilirsiniz. Şimdi! Kulaklığınızı çıkarın ve hayatın yeni bir sayfasını açın. Hoşça kalın!




Yorum Gönder

Blog içerisinde minimum hatta hiç görsel kullanmamaya özen gösteriyorum, dikkat dağıttığına inanıyorum. Yazılarımda amacım sizlerle sohbet etmek, dahil olmak isterseniz yorum bırakmanızı rica edeceğim, mutlaka cevaplıyor olacağım, kendinize iyi davranın...

Daha yeni Daha eski