Popülerin İnce Çatlağı

 Popüler olanın cazibesi hepimizin gözüne hoş görünür. Raflar parladıkça elimiz daha kolay gider, kulaklarımızda dönen övgüler birer küçük itki olur. Benim bu kitaba başlama sebebim de tam buradan doğdu. Yazarın Hizmetçi serisi Türkiye’de öyle bir dalga oluşturdu ki, ister istemez merak ediyorsun. Hani insan, bu kadar konuşulan şeyde mutlaka bir sır vardır diye düşünür ya, ben de öyle düşündüm. Kapak, ad, yayınevinin temposu derken kendimi bir anda Freida McFadden’ın Sakın Yalan Söyleme sayfalarında buldum. Türkçe baskısının 2024 Şubat’ında çıktığını, çeviriyi Zehra Uzun’un yaptığını görünce içim de biraz rahatladı, çünkü düzgün bir yayınevinden çıktığı belliydi. Kitabın boyutundan sayfa sayısına kadar detaylar o klasik raf düzenini hissettiriyordu. Bu bilgileri de gözümün iliştiği kataloglardan, satış sayfalarından doğruladım. Kitap, Olimpos Yayınları etiketiyle 288 sayfalık bir baskı olarak yayımlanmış. 

İlk bölümlerde atmosferi sevdim. Kar, rüzgar, şehir dışındaki malikane, kapalı kapılar ardında saklanan sırlar. Yeni evli Tricia ile Ethan’ın hayal ettikleri evi ararken yıllar önce ortadan kaybolmuş bir psikiyatristin, Dr. Adrienne Hale’in evine yolunun düşmesi polisiye okurunun aşina olduğu ama her seferinde merakını diri tutan bir sahne kuruyor. Tipi, mahsur kalış ve sonra evin içinde rastlantıyla bulunan gizli bir oda. O odadaki kasette kayıtlı sesler, insanların en kırılgan yerlerinden sızan itiraflar. Bunların hepsi, türün sevdiğim taşları. Üstelik bu özet bilgilerin doğruluğunu yayınevi açıklamalarında ve kitap satış sitelerinde de aynı ifadelerle gördüm. 

Ama gel gör ki, bir şey var. Adını koyması biraz zor olan, hani Gaziantep’te bir baklavayı yersin de hamurunun bir katı sanki yeterince açılmamış gibi gelir ya, onun gibi incecik bir rahatsızlık. Tat var, şerbet oranı yerinde, fıstık kıvamında ama ağzında küçücük bir pütür kalır. Sakın Yalan Söyleme’de hissettiğim tam olarak buydu. Anlatılması gereken bazı noktalar sanki aceleyle geçilmiş gibi. Ayrıntılar var ama yerine oturmayan bir güvensizlik duygusu da var. Bu türdeki bir romanın en büyük gücü, geride delik bırakmaması. Okur, sondaki düğümü eline aldığında geriye dönüp her bir ipin doğru halkadan geçtiğini görmeyi ister. Yoksa aklı geride kalır. Benim aklım birkaç yerde geride kaldı.

Şimdi, adalet meselesine gelelim. Ben bu tür hikayelerde adaletin bir şekilde yerini bulmasına gönül veriyorum. Hayatın dışarıdaki terazisi sürekli şaşarken, edebiyatta bazen o terazinin dengelendiğini görmek iyi geliyor. Kötünün cezasını çekmesi, mağdurun sesinin duyulması, hakikatin pelerinini giyip karanlığın üstüne çökmesi. Ters köşeyi severim ama ters köşenin kendisi yetmez. Ters köşe, tertemiz bir cevaptan kaçış için değil, daha derin bir soruya kapı açmak için vardır. Oysa bazen bu tür popüler gerilimlerde, kötülüğün zekilik gibi sunulduğu, izleyici ya da okurun da bu zekiliğe hayranlık duysun diye yönlendirildiği bir hava hissediliyor. McFadden’ın dünyasında da bunu ara ara hissettim. Sanki kötülük, kurgu içinde bir beceri, bir üstünlük gibi pazarlanıyor. Ben buna mesafeli duruyorum. Çünkü biliyorum ki gerçek hayatta kötülük çoğu zaman zekilikten değil, fırsattan, umursamazlıktan, gücü elinde tutmaktan besleniyor. Sokakta, haberde, komşunun anlattığı hikayede bunu bıkmadan görüyoruz. İnsan kitapta bari bunun tersini görmeyi istiyor.

Bu noktada şunu da teslim etmeliyim: McFadden’ın popülerliğini sağlayan şey, sahne kurmayı bilmesi. Housemaid yani Hizmetçi serisi zaten buna iyi bir örnek. Millie karakteri, sınıf gerilimleri, ev içi iktidar mücadeleleri, sürprizlerin mekanik ama ritmik akışı. Serinin sayfalarında bu matematik işliyor. Zaten yazarın sitesinde de bu seri özel bir yerde duruyor, kısa anlatımlar ve kitap sayfalarıyla. Ama o matematik, başka bir romana taşınınca her zaman aynı tınıyı vermeyebiliyor. Çünkü her kitap kendi sesine ihtiyaç duyar. Hizmetçi serisinin yayımlanma düzeni ve okur kitlesi yazarın temposunu taşımış olabilir; yine de her hikayede adalet, motivasyon, mantık üçlüsünü ayrı ayrı yeniden titizlikle kurmak şart. 

Peki Sakın Yalan Söyleme’de bu üçlü nasıl? Ben 160. sayfaya geldiğimde kesin kanaatim oluşmadı. Bir yandan merak dişimi kaşıyan bir cümle var, bir yandan o meşhur pütür. Kar fırtınası ve mahsur kalma motifi çok sevdiğim bir gerilim unsuru. Çünkü mekânı sınırlar, karakterleri birbirine mecbur eder. Herkesin hareket alanı daralır ve gizledikleri şeyler büyür. Ancak böyle dar mekân kurgularında en ufak mantık sıçraması okurun gözünden kaçmaz. Bir kapının neden kilitli olduğu, bir karakterin neden beklediği, bir kaydın nasıl saklandığı, bir objenin niçin yanlış yerde unutulduğu. Bunlar tek tek okurun terazisine konur. Bir tanesi ağır gelirse, tüm hikâyeyi eğebilir. Benim terazimde eğilen birkaç minik an oldu. Sözgelimi, kayıtların bulunma şekli ve sonrasındaki davranış zinciri. Belki benim kişisel adalet hassasiyetim yüzünden de öyle hissetmiş olabilirim, bilmiyorum. Ama hikaye adalet arzusunu kaşıyorsa, o arzunun doyurulacağına dair küçük işaretler de gerekir.

Yine de açık kapı bırakıyorum. Çünkü bu kitapta bazı güçlü yanlar var. Mesela, terapi kayıtları fikri. İnsanların en mahrem itiraflarının bantlarda asılı kalması, sesi ve kelimeyi birer hayalet gibi mekânda dolaştırıyor. Mahremiyet, güven ve etik üzerine düşünme fırsatı veriyor. Hekimlik etiğinin, psikiyatri pratiğinin ve danışan mahremiyetinin gerilim malzemesine dönüşmesi riskli ama dikkatle kullanılırsa derinlik katar. Bu kitabın burada yakaladığı damar var. Sadece, bu damarı sonuna kadar götürmek gerekiyor. Bir de çiftin ilişkisine dair küçücük kırılma anlarının daha derin kazınmasını isterdim. Kar fırtınası dışarıda koparken içerideki fırtınanın rüzgârı daha keskin esecekmiş gibi bekledim.

Popülerlik meselesine dönersek, okurun çoğu zaman yola çıkma motivasyonu buradan geliyor. Ben de böyle çıktım yola. Ama popüler olanla iyi olanın kesişimi her zaman garanti değil. Popüler olan hızla yayılır, dilden dile dolaşır, algoritmaların yüzünü güldürür. İyi olan ise bazen sükunette yavaşça büyür. Bazen de ikisi buluşur, insan keyiften masaya dokunur. Sakın Yalan Söyleme, benim için bu iki alanın arasında bir yerde durdu. Bir yanıyla kolay okunur, tempo tutturur; diğer yanıyla küçük ama rahatsız edici boşluklar bırakır. Bilemiyorum, belki de yazarın okuyucuda yaratmak istediği biri bunu fark etsin, biri bunu sevsin, biri buna kızsın duygusuydu. Zira çevrim içi yorumlarda da aynı ikili havayı gördüm. Kimi okur “beynimi eritti” diye anlatırken kimi de “olay delikleri” listesini sıralamış. İkisi de haklı olabilir. Çünkü gerilim türünde okurun beklentisi kişisel adalet terazisiyle sıkı sıkıya bağlı. 

Şunu da not düşeyim. Türkiye’de bu kitap 2024’te yayımlandı ve kısa sürede pek çok platformda yerini aldı. Yayınevinin resmi dükkânındaki bilgiler de aynı doğrultuda. Demem o ki, katalog bilgisi sağlam. Benim derdim içerik dengesinde. Yani sorun, kitabın gelmesini beklediğiniz bir noktada vitesi boşa alması. 

Gaziantep’te, şehrin gürültüsü akşamüstü hafif çekilirken okudum bu sayfaları. Pencereden içeri dönen ışık bazen sırtımı ısıttı, bazen karanlık erken çöktü. Buralarda insanlar adalet meselesine hassastır. Komşunun tenceresi kaynamazsa bir tabak yemek bırakılır; mahallede birinin başına iş gelse telefon zinciriyle haber alınır. Belki de bu yüzdendir, kurgu okurken de adaletin bir yerlerde kendini göstermesini beklerim. Yine belirteyim, adalet dediğim illa mahkeme salonu değil; bazen bir yüzleşme, bazen bir itiraf, bazen bir sarsıcı pişmanlık sahnesi. Kötüye diz çöktüren şey sadece ceza değil, kendisiyle karşılaşmasıdır. Bu romanda böyle bir karşılaşmanın dozunu yeterince hissetmedim.

Eğer senin gibi düşünen okurlardansan, ters köşeyi sırf şaşırtma seviyesi için sevenlerden değilsen, burada tereddüt yaşaman normal. Hatta keşke almadan önce yorumlara baksaydım diyorsun ya, bu his çoğu okurun başına gelir. Ama işin güzelliği şu: okuma deneyimi kişisel bir yolculuktur. Ben 160. sayfada durup nefeslendim. Devam eder miyim, bir süre sonra yeniden elime alıp bakacağım. Çünkü bazen bir metin, ilk yarısındaki aksaklıkları ikinci yarıda toplar. Bazen de toplamaz. Bu ihtimali açık tutmak okurun kendi adaletine de iyi gelir.

Hikaye tarafında güçlü bulduğum diğer şeyler de var. Kayıtların çarpıcı kullanımı ve mekânın daralmasıyla artan paranoya. Bunlar, yazarın ustalaştığı alanlar. Housemaid serisinde de ev içi gerilim ve sınırlı mekânda karakter çatışmaları öne çıkar. Yine de, aynı formülün farklı bir hikayede işlemesi için motivasyonların kristal gibi net olması gerek. Dr. Adrienne Hale’in gölgesi, Tricia ve Ethan’ın ilişkisine düşerken, o gölgenin neden bu kadar yoğun olduğunu daha fazla hissetmek isterdim. Karakterlerin geçmişlerini biraz daha detaylı, küçük flashbacklerle değil, davranışların altına döşenen ince gerekçelerle okumayı isterdim.

Bir de okur olarak bazen kendimize sormayı unuttuğumuz soru var: Biz neden adalet isteriz? Çünkü hikayeler, gündelik hayatta bulamadığımız dengeyi kurmak için birer küçük laboratuvar. Orada, hayatın asimetri yaralarını sarmak için fırsatımız var. Kötü cezasını çektiğinde, makasın bir ucunu kapatırız; mağdur ayağa kalktığında öbür ucunu. Ters köşeye elbette yer var. Yeter ki ters köşe, delik kapatan değil, ufuk açan bir hamle olsun. Ters köşe bazen gerçeğe yaklaşmanın en kestirme yolu olabilir. Fakat altı boş kaldığında, gerçeği sisli bir sabaha terk eder. Okur olarak sislere razı mıyız, buna her birimiz ayrı cevap veririz.

Sözün özü, Sakın Yalan Söyleme popüler bir dalganın üzerinde ilerleyen, ritmi iyi ayarlı, atmosfer kurmayı bilen fakat bazı yerlerde okurun adalet ve mantık ihtiyacını tam karşılayamayan bir roman oldu benim için. Benim terazimde hafif eğildi, senin terazinde belki tam dengede durur. Belki de okuyup bitiren biri, sondaki düğümün nasıl çözüldüğünü bana anlatır ve ben de yeniden düşünürüm. Edebiyatın güzelliği burada. Aynı metin, iki okurda iki ayrı yankı bırakabilir.

Hangi okura uygun peki? Eğer gerilimde atmosfer, tempo ve şaşırtmayı merkez alan, adaletin ise gri bölgelerde dolaşmasını dert etmeyenlerdensen, bu kitap senin için hızlı bir okuma olabilir. Eğer benim gibi adalet terazisine hassassın ve mantık zincirinin her halkasının parlak olmasını istiyorsan, o zaman durup düşünmek yerinde olur. Yine de kararın kesin olmadan bırakmamanı öneririm. Bazen bir sayfa, bir cümle, bir tek itiraf her şeyi yerli yerine oturtur. Benim için şimdilik pütür baki.

Son bir not olarak, popülerliğin kitabı nasıl taşıdığına da bakmak gerek. Hizmetçi serisinin ülkemizdeki karşılığını biliyoruz. Yayınevlerinin bu momentumla başka metinleri de hızla çevirdiğine tanık oluyoruz. İyi ki de oluyor, çünkü dünya edebiyatının gündemiyle eşzamanlı hareket edebilmek güzel. Housemaid serisinin resmi sayfasına baktığında yazarın dünyasını ve üretim temposunu da görüyorsun. Bu düzenli üretim bazen harika bir ritim, bazen de aceleye gelen bir pasaj demek. Okur olarak bunu da bilerek giriyoruz sayfalara. 

Benim okur defterimde Sakın Yalan Söyleme’nin karşılığı böyle. Belki bu defterin bir sonraki sayfası, kitabın kalan yarısında beni başka bir yere taşıyacak. Belki de ben bu faslı kapatıp adalet terazimi başka bir romana bırakacağım. Her koşulda iyi ki denedim diyorum. Çünkü denemek, okurluğun en kıymetli kası. Kimi kitap bizi evine alır, kimi kapının eşiğinde oyalayıp geri gönderir. Bazen oyalandığımız eşiğin rüzgârı bile bize bir şey öğretir.

Kitabın raftaki bilgisi net. Türkçe baskı, Olimpos etiketi, çevirmen, sayfa sayısı gibi ayrıntılar cepte. Tricia ve Ethan’ın türbülansı, Dr. Adrienne Hale’in kayıp gölgesi ve o gizli odadaki seslerin uğultusu da kulağımda. Benim dileğim, bu uğultunun adaletin net sesiyle buluşmasıydı. Şimdilik buluşmadılar. Olur da son sayfalarda buluşurlarsa, pencereden içeri esen rüzgârın yönünü yeniden yazarım. 

Freida McFadden’ın alameti farikası olan hızla okutan kurgu ve sahne kurma becerisini reddetmiyorum. Housemaid’in başarısı bunun ispatı. Ama her romanda aynı reçete, her damakta aynı lezzeti bırakmayabilir. Ben bugün bunu hissettim. Yarın, başka bir romanında bambaşka bir lezzeti yakalarım, kim bilir. Okurluk dediğimiz yol biraz da bu değil mi? Aynı yazarla başka bir mevsimde, başka bir ruh halinde yeniden tanışmak.

Şimdilik defteri şöyle kapatayım: Popüler olanın cazibesiyle geldim, atmosferin davetiyle ilerledim, küçük pütürlere takılıp durdum. Adalet terazim okumamı yavaşlattı. Devam edersem, bunun sebebi hala içimde kalan o küçük merak kıvılcımı olacak. Etmezsem, bu kıvılcımı başka bir metne emanet edeceğim. Hem Antep’te rüzgâr bu mevsimde yön değiştirir; belki ben de sayfa yönümü başka bir tarafa çeviririm. Ama şunu biliyorum, hangi yöne çevirirsem çevireyim, aradığım şey yine aynı olacak: iyi kurulmuş bir sahne, tutarlı bir motivasyon ve sonunda içime su serpen bir adalet duygusu.


Yorum Gönder

Blog içerisinde minimum hatta hiç görsel kullanmamaya özen gösteriyorum, dikkat dağıttığına inanıyorum. Yazılarımda amacım sizlerle sohbet etmek, dahil olmak isterseniz yorum bırakmanızı rica edeceğim, mutlaka cevaplıyor olacağım, kendinize iyi davranın...

Daha yeni Daha eski