Bugün seninle bir kahve molası yapalım. Kafede çalan şarkıyı duyar gibi yapıp duymayalım. Bardaktaki suya yansıyan neonların altına not düşelim. Ekranlarımızın parlaklığına güvenip yüreğimizin karanlıklarına yüz tutalım. Çünkü garip bir eşikteyiz. Bir yanda haberi taşıyanların kulaklarına takılan yeni kulaklıklar var, diğer yanda şiiri yazanların parmaklarını taklit etmeye çalışan metalik parmaklar. İşin tuhafı, haber de şiir de aynı ekranda akıyor. Birini silen filtre, öbürünü de bulanıklaştırıyor. Seninle dertleşmek istediğim şey tam da bu. Medya özgürlüğünü korumaya kalkışan yeni kurallar ve yapay zekâya telif sorumluluğu yüklemeye çalışan yeni çerçeveler kapımızda. Peki bu kapı bizim sokağa açılınca ne oluyor. Konser biletimizi, blog yazımızı, küçük işletmemizin reklamını, bir akşamüstü paylaştığımız o hüzünlü fotoğrafı nasıl etkiliyor.
Son günlerde Avrupa’da önemli iki taş yerine oturdu. Biri medyanın üzerindeki görünmez elleri biraz gevşetmeyi amaçlayan medya özgürlüğü düzeni. Diğeri, genel amaçlı yapay zekâ modellerine şeffaflık ve telif yükümlülüğü getiren yeni kurallar. Kuru bir hukuk bülteni gibi geçmek istemem. Biz burada sofralar kuruyoruz. Sofrada her yemeğin bir hikâyesi var. O yüzden gel, önce masadaki tabakları sayalım, sonra tadına bakalım.
Kısa bir nefeslenme notu bırakalım. Avrupa Birliği Medya Özgürlüğü Yasası 8 Ağustos 2025’te yürürlüğe girdi, gazetecilere yönelik casus yazılım kullanımına sınırlar getirmeyi, kamu reklamlarının şeffaflığını artırmayı ve platformların bağımsız medya içeriklerini keyfi biçimde kaldırmasını engellemeyi hedefliyor. Bu, medyanın nefes borusuna konan kıskaçlar için gevşetici bir krem gibi. Gazeteciye, kaynağına ve kamusal bilgiye bir gölgelik açıyor. Bu bilgiyi bir yere not edelim. Kaynaklar orada dursun, biz içeride konuşmaya devam edelim. (1)
Bir diğer tabak da 2 Ağustos 2025 itibarıyla genel amaçlı yapay zekâ modellerine gelen şeffaflık ve telif yükümlülükleri. Bu, şu demek. Büyük bir model yaptın, eğittin, piyasaya süreceksin. Eğitildiğin veriler, telif ilişkilerin, riskleri yönetme taahhütlerin artık öyle gizemli bir kutunun içinde kalamıyor. Yola çıkarken bir yol haritan, bagajında dürüstçe yazılmış bir beyan defterin olacak. Kısacası, “ben sadece matematik yapıyorum” diyerek şiirleri, fotoğrafları, haber arşivlerini görünmez sayamayacaksın. Bu çerçevenin tarihini ve ana hatlarını hatırlatmak için şu iki özete bakmak yeter. (2, 3)
Ve hatırlarsın, bu mevzular gökten başlamadı. Telif tartışmaları, görsel veriyle eğitilen modellerin dünyasında uzun süredir çalınan bir kapıydı. Getty Images ile Stability AI arasındaki dava dalgası, “görüntüyü gören robot ile görüntüyü üreten sanatçının hakkı nerede kesişir” sorusunu hepimizin masasına bıraktı. Yani mutfakta kaynayan tencerenin kokusu bir süredir sokağa taşıyordu. (4)
Bizim mahalleye dönelim. Türkiye’nin kültür ikliminde konserlerin, festivallerin, kimi zaman iptal edildiği, kimi zaman geniş bir denetim şemsiyesine alındığı dönemleri yaşadık. Bu, sadece müzisyenin sahnede şarkı söyleme meselesi değildi. Aynı zamanda kalabalıkların birlikte nefes alma ritüelinin kesintiye uğramasıydı. O ritüellerin şehrin ruhuna, caddedeki simitçiye, arabayla geçen otobüsteki yolcunun akşamına etkisi vardı. Bu tartışmaların arşivini hafızanda taze tutmak istersen, toplu derlemeler dolaşıyor. Ben de buraya bir işaret koyayım. (5)
Peki şimdi ne oluyor. Avrupa’da medya ve yapay zekâ için çizilen yeni şeritler, bizim kavşağa nasıl yansır. Önce şunu söyleyeyim. Dijital platformlar, küresel oyuncular. Avrupa’da bir emniyet kemeri zorunlu hale geliyorsa, fabrikada üretilen yeni modeller kemer yuvalarıyla doğuyor. Yani kural Avrupa’da tatbik edilecek olsa bile, üretim hattı küresel. Bu durum, Türkiye’deki kullanıcıya, gazeteciye, içerik üreticisine, sanatçısına dolaylı bir nefes payı açabilir. Platformların keyfi içerik kaldırma iştahını törpüleyen bir disiplin Avrupa’da devreye girince, aynı platformun Türkiye panelinde de süreçler şeffaflaşabilir. Zorunlu çünkü değil, ama maliyet etkin çünkü. Tek bir prosedürle dünyayı yönetmek daha kolay.
Tam burada göz göze gelelim. Sen belki bir yazar, belki bir fotoğrafçı, belki gündüzleri kurumsal bir plazada içerik yöneten, akşamları evde kendi markası için içerik pişiren birisin. “Peki bana ne düşer” diye soruyorsun. Ben de diyorum ki, düşen bir ton iç muhasebe var. Çünkü biz içerik tüketmekle üretmek arasındaki çizgiyi silik yaşadığımız için, bugün hepimiz yarım şef, yarım müşteri, yarım eleştirmeniz. Hatta yarım teknisyeniz. Cümlenin öbür tarafında bir algoritma, cümlenin bu tarafında bir insan oturuyor. O algoritmanın arkasında bir şirket, bir mevzuat, bir piyasa var. Bizim tarafta ise bir hikâye, bir ihtiyaç, bir kırıklık.
Hadi bir sahne çizelim. Şehrin arka sokaklarında küçük bir bar. Sahnede üç kişilik bir grup. Bas gitarın kablosu portatif bir amfiye girmiş. Arkada duvarda sararmış afişler, aralarında kapatılmış festivallerin hatırası, iptal edilmiş turnelerin gölgesi gibi. Girişte QR kodla bilet kontrolü yapılıyor. Sahnede söylenen şarkının sözleri telefonu kaldıran gençlerin ekranında altyazı gibi akıyor. O anın içine bir uygulama daha sızıyor, canlı yayın açılıyor. Hem fiziksel bir konser hem dijital bir içerik oluyor. Ve o dijital parça, birazdan üç ayrı platformda üç ayrı kural setine uğruyor. Bir yerde telif algısı, öbüründe hak ihlali uyarısı, üçüncüsünde kullanıcı sözleşmesi üstünden bir gri alan. İşte Avrupa’daki yeni şeritlerle bu gri alanların bir kısmına reflektör takılıyor. Görünürlük artıyor. O yüzden, konserler bazen iptal olur, bazen olur ama sesi kısılır, bazen de olur ama sadece belirli çerçeveler içinde olur. Bizim derdimiz şu. “Olur”un içindeki nefes payını büyütecek her düzenlemeyi takip etmek.
Bir başka sahne. Sen bir gazeteci değilsin belki, ama kentinin küçük mucizelerini anlatmayı seviyorsun. Kaldırımda açan mor çiçeğin hikâyesi, mahalle fırınındaki ustanın sabah ezanıyla başlayan mesaisi, metroda göz göze geldiğin ve bir daha asla görmeyeceğin yolcunun düşünceli bakışı. Bunları yazıyorsun, fotoğraflıyorsun, yayıyorsun. Medya özgürlüğüne ilişkin yeni güvenlik şemsiyeleri, doğrudan profesyonel gazeteciyi korumayı hedeflese de iklimi etkiliyor. Çünkü platformların içerik kaldırma iştahını dizginlemek, seni de dolaylı olarak koruyor. Rastgele, gerekçesiz ve şeffaf olmayan kaldırmaların azalması demek, küçük hikâyelerin de şansının artması demek. Yani medyanın sırça köşkü sadece büyük ekranlı stüdyolardan ibaret değil. Bizim telefonlarımız da o sırça köşkün camlarını yansıtıyor. Eğer camın buğusu silinirse, içerideki ses daha net duyulur.
Gelelim yapay zekâ faslına. Yapay zekâ modelleriyle çalışan herkes bilir. Günün sonunda ortaya çıkan metin ya da görsel, bir çorbanın üstündeki koku gibidir. Kimin mutfağından geldiğini anlamak için burnunu biraz eğersin, o kadar. Artık biri diyor ki, “o çorbayı kaynatırken hangi malzemeyi nereden aldığını yaz”. Evet, bu her zaman bire bir kaynak demek değil, ama şeffaflık demek. Ve şeffaflık telife açılan bir kapı demek. Sen bir fotoğrafını çektin, biri o fotoğrafa benzeyen bir görüntüyü bir modelden çıkardı. Yıllardır “bu benzerliğin hesabını nasıl soracağız” diye konuşuyoruz. İtiraf edelim, yaratıcı dünyadaki esinlenme ile bire bir kopyalama arasındaki o ince çizgi hep zordu. Yeni şeritler bu çizgiye cetvelle dokunuyor. Tam ölçü almasa bile en azından “burası bir çizgi” diyor.
Beni asıl heyecanlandıran kısım ise toplu bilinç. Bir zamanlar korsan CD’ler hayatımızın içindeydi, hatırlarsın. Sonra streaming geldi, korsanı utandırdı. Şimdi benzer bir eşikteyiz. Yapay zekâ ile üretim çok kolaylaştı. Emek ve hızın terazisi şaştı. Hızı seven piyasa, emeği bazen küçümser oldu. O yüzden şeffaflık, piyasaya “dur, emek hâlâ var” demenin bir yolu. Telif, sadece para değil. Saygı. Anılma hakkı. Emek zincirinde adının geçmesi. Bunlar küçük gibi görünür, ama kolektif ruhu ayakta tutar.
Şimdi, seninle birlikte bir not defteri açıyorum. Üstüne “Bu yeni iklimde küçük üretici ne yapsın” diye yazıyorum. Bu, bir kılavuz değil. Dertleşme defteri. Kendi kendimize konuşurken bir daha hatırlayalım diye.
Önce arşiv. Ne üretiyorsan onun arşivini düzgün tut. Fotoğrafların çekildiği tarih, çekilen yer, kullanılan ekipman, varsa model anlaşmaları. Yazdığın metnin sürümleri, kaynaklar, ilham aldığın metinlerin listesi. Bunlar seni hem kendine karşı hem dünyaya karşı güçlü kılar. Yarın bir gün bir platform “bu içerik telifli mi” diye sorduğunda derivasyon hikâyeni anlatabilirsin. Şeffaflık dışarıdan gelmeden önce içeriden başlar.
Sonra ruhsat. Yani lisans. Açık lisansları, Creative Commons evrenini öğren. Eserlerini hangi şartlarda paylaşmak istediğini yaz. “Ticari kullanıma kapalı”, “atıf gerekli”, “türetilemez” gibi bayrakların ne anlama geldiğini bil. Çünkü yeni kurallar yalnızca devleri hizaya getirmeyecek. Küçük üreticiye de bir dil kazandıracak. Dilini bilmeyen, derdini anlatamaz. Derdini anlatamayan, hakkını arayamaz.
Bir de etik sözleşme yazalım. Kendimizle yaptığımız bir sözleşme. Yapay zekâdan çıkan her işte “emeğe saygı” maddesi. O iş bir görselse, benzerlik riskini gözden geçirme. Bir müzikse, bilinen melodilerle çarpışıp çarpışmadığını dinleme. Bir metinse, aklına düşen cümlelerin kime ait olabileceğini yoklama. Yapay zekâ bize hız veriyor. Biz de ona vicdan verelim. Hızın yanında yavaşlığın hakkı saklı kalsın.
Peki platformlar. Onlarla nasıl konuşacağız. O eski bıkkın kabullenmişlik yerine yeni bir dille. Çünkü şeffaflık arttıkça geribildirim yolları da somutlaşır. Gerekçeli kaldırma talepleri, itiraz mekanizmaları, içerik sınıflandırma politikaları. Tüm bunlar belki kusursuz olmayacak. Ama gri alan biraz olsun aydınlandığında, itirazın da ederi artacak. Eder artınca sesin değeri de artacak.
Gazeteciliğe gelince. Bu işin kalbi hala sahada atıyor. Sahadaki kalpse iki şeye ihtiyaç duyuyor. Güvenlik ve zaman. Casus yazılım kullanımının sınırlandırılması, kaynakların korunması, kamu reklamlarının şeffaflaştırılması gibi başlıklar doğrudan o kalbi korumaya dönük. Bunu bilmek bile yazıya kuvvet verir. Sen profesyonel olma, mümkün. Ama yerel bir hikâye anlatıcısı olarak medyanın oksijenini hissedebilirsin. Nikâh salonuna çevrilen kütüphanenin ardından susan şehrin yutkunmasını yazdığında, nefesin bir tık daha serpilebilir.
Gelelim, konserler ve ritüeller. Yalnızca müzik değil, beraber olma biçimimiz. Bugün belki sahneler daha temkinli, organizasyonlar daha yüklü belgeler istiyor, mekân sahipleri daha tedbirli. Bir etkinliğin iptalini bir şehir günlerce konuşuyor. Bu, bizim topluca üzüldüğümüz ve birlikte düşünmeyi öğrenmemiz gereken bir alan. Medya özgürlüğü ve şeffaflık kültürü, bu konuşmanın seviyesini yükseltmeye yardımcı olur. Çünkü şeffaflık, temel gerekçeyi duymanı sağlar. Gerekçeyi duyunca da tartışma şekil değiştirir. Soyut bir öfke yerine somut bir müzakere başlar. Müzakere başladığında, kültür politikaları da bir gün gerçekten kültürle ilgilenir hale gelebilir. Hayal mi. Belki. Ama kültür denen şey, ortak hayalin tutkalı değil mi.
Şimdi, yapay zekâya geri dönelim ve yaratıcı emeğin gölgesinde dolaşan o ürkek soruyu fısıldayalım. “Bir gün robotlar tüm şiirleri yazarsa bize ne kalır”. Cevap basit ve zor. Bize hayat kalır. Model, istatistiksel olasılıklarla cümle kurar. Biz, bir yaz gününün balkonundan bakarken burnumuza çarpan nane kokusunun annemizin mutfağındaki yaz çorbasını çağırdığını hatırlarız. O çağrışım zinciri, verinin bilmediği bir kısalıkta atlar. O kısa atlayışta çok uzun bir hayat yaşar. Modelin buna yaklaşması için gereken veri, bizim çocukluğumuzun mutfağıdır. O veriyi kimse toplayamaz. Yani şiir, hâlâ insana ait bir gölge taşır. Yapay zekâ çalışma arkadaşımız olabilir, evet. Ama ev arkadaşımız olunca da evin duvarlarına ev diye sarılmamız gerektiğini unutmayalım.
Burada kısa bir parantez açıp, küçük işletmelerin derdini konuşalım. Sensin o kişi. Bir lokanta işletiyorsun, şehrin iki duraktan oluşan minibüs hattında görünmez bir vitrinin var. Sosyal medyada artık organik erişim, efsanevi bir kuş gibi. Görüldüğü anda kayboluyor. Küçük bütçelerle reklam veriyorsun. Reklam kurallarının sıkılaşması, yanlış beyanların cezalandırılması, platformların politika değişikliklerini daha şeffaf duyurması senin için bir yük gibi görünse de uzun vadede oyunu adil kılar. Çünkü aynı caddede hileli vaatlerle müşteri toplayanların eli titrer. Sen dürüstçe menünü, fiyatını, hijyen belgeni paylaşır, fotoğrafını doğru etiketlersin. Yapay zekâ da burada işine yarar. Yemek fotoğrafını düzenlemek, menü metnini parlatmak, müşterilerden gelen yorumları sınıflandırmak gibi işlerde hız kazandırır. Ama o hızın üzerine yalan yazdırmazsın. İşte etik sözleşmemizin bir maddesi daha.
Bir de okur tarafı var. Sen, ben, hepimiz. Medyayı tüketirken hangi refleksle hareket ediyoruz. Bir haberi bir anda duygusal olarak paylaşmak kolay. “Bunu hemen görsünler” hissi güçlü. Yeni medya şeritleri, platformların keyfiliğini azaltırken bizim sorumluluğumuzu artırır. Çünkü bir içerik, gerekçesiz kaldırılmıyorsa, daha çok konuşulacak demektir. O yüzden paylaşırken çift düşünelim. Kaynak. Tarih. Bağlam. Küçücük bir bakış, büyük bir yangını söndürebilir. İyi ki de söndürür. Çünkü internet, dev bir orman. Bir kıvılcımın romantizmi var. Ama yanmış bir ormanın hüznü daha ağır.
Şimdi birlikte bir yürüyüşe çıkalım. Ağustos sıcağında asfaltın kokusu, gölgelerin kısa düştüğü saatler. Bir duvar yazısı görüyoruz. “Sesin kadar varsın”. Gülelim biraz. Sesin kadar değil, yankın kadar varsın. Çünkü ses çıkar, biter. Yankı ise bir şeye çarpıp döner. İşte medya özgürlüğü ve yapay zekâ şeffaflığı, bu yankının çarpacağı yüzeyleri değiştiriyor. Bir yüzey yumuşayınca ses daha tok döner. Sertleşince cam gibi keser. Bizim işimiz, yankımızın hangi yüzeye çarpacağını seçmek. Seçim derken, oy pusulası değil. Gündelik seçimin, mikro kararın, paylaştığın linkin, basıp geçtiğin bilginin seçimi.
Diyelim ki bir gün kendi blogunda, tıpkı bu yazıda olduğu gibi, bu mevzuyu yazacaksın. Şu püf noktalarını yanına al. Bir, olguları kısa ve net geç. İki, kendi deneyimini merkeze koy. Üç, kaynakları görünür kıl ama okuyucuyu boğma. Dört, kendine soru sor. Bu soru çoğu zaman bir başkasının içine ışık düşürür. Beş, şiiri unutma. Şiir, metnin nefesinin notasıdır. Hukuku da unutma. Hukuk, metnin ağırlık merkezidir. İkisini dengede tutanlar, hem okunur hem düşündürür.
Yapay zekâ diyoruz da, adı üstünde. Akıl var da kalp yok. Kalbi biz takacağız. Adalet duygusunu biz taşıyacağız. Emeğe itibar eden bir dil kuracağız. Platformların şeffaflaştığı, gazetecinin korunmaya daha yakın durduğu, içerik üreticisinin hakkını daha gür savunabildiği bir iklimin içinden geçiyoruz. Bu iklimi bize armağan etmeyecekler. Hatırlatalım. İklim, hep birlikte yaptıklarımızın toplamı. Gündelik küçük adımların, sabırlı itirazların, nazik ısrarların, doğru bilgiyle kurduğumuz köprülerin toplamı.
Bir pazar sabahı düşün. Kırık dökük pazaryerinde bir tezgâh. Esnaf tezgâhın üstüne yalnızca meyvesini değil, hikâyesini dizer. “Bu şeftali güneşi daha çok gördü, tadı o yüzden iyi” der. Medya da biraz öyle. Bir haberin güneşi kim. Bazen bir gazetecinin aylar süren emeği. Bazen bir vatandaşın tek kare fotoğrafı. Bazen bir arşivcinin titizliği. Yapay zekâ bu masanın üzerinde yeni bir bıçak. Daha hızlı kesiyor. Biz de o bıçağı doğru yerde kullanmayı öğreneceğiz. Parmaklarımızı kesmeden, meyveyi ziyan etmeden. Üstelik misafire bir dilim daha çıkaracak kadar hızlı.
Son paragrafın yanında küçük bir kapı aralayalım. Konserlerin geçmişteki iptal tartışmalarını hatırlamak ağır gelebilir. Ama ağır şeyler bazen omuzlarımızı güçlendirir. Medya özgürlüğü için atılan her adım, sahnedeki mikrofonun kablosunu biraz daha sağlam tutar. Yapay zekâ için getirilen her şeffaflık, stüdyodaki emekçinin adını afişe biraz daha yaklaşır. Biz bu iki hattın kesiştiği kavşakta duruyoruz. Bir elimizde kalem, bir elimizde telefon, cebimizde kulaklık, sırtımızda şehir. Şımarık bir iyimserlikten değil, inatçı bir umuttan söz ediyorum. Çünkü insan hikâyesi, karanlığa inat bir fener taşıma hikâyesidir.
Düşünsene. Bu yazıyı okuduktan sonra belki küçük bir şey yapacaksın. Fotoğraflarının meta verisini düzene sokacaksın. Paylaşırken iki kez kontrol edeceksin. Bir etkinlik iptal haberi gördüğünde gerekçeyi arayacak, “kim, ne dedi, hangi metne dayanıyor” diye bakacaksın. Bir yapay zekâ aracını kullanırken üretiminin altına küçük bir not düşeceksin. “Bu görsel, yapay zekânın yardımıyla üretildi, şu şu kaynakları andırabilir, şu etik sınırlar dahilinde.” Biliyorum, zahmetli. Ama zahmetin kokusu güzel. Emek, ritüele dönüşünce hayatın nabzını dengeler.
Şimdi başımızı kaldırıp pencereden dışarı bakalım. Ağustosun ışığı göğü lapis bir renge boyuyor. Sokakta bir martı, uzağa bakan bir kedi. Bir grup genç, gitarla bir şarkının ilk kıtasını yakalıyor. Şehir, kendine has bir uğultuyla konuşuyor. Medya özgürlüğü yasaları, yapay zekâ kuralları, telif sırları hepsi birer çerçeve. Çerçeveye bakarken resmi unutma. Resim biziz. Senin sesin, benim kalemim, onların bakışı. Çerçeveler doğru çizilince resim nefes alır. Eğri çizilince resim hırpalanır. Bugün çizgiler biraz olsun düzeliyor. Yarın yine yamulabilir. Ama her sabah yeniden çizmek mümkün. Her cümleyle, her fotoğrafla, her şarkıyla.
Kapanışta sana bir sır vereyim. Yazının ilk cümlesini yazarken hep içimden şu geçer. “Yorulursak birlikte dinleniriz”. Dinlenirken de konuşuruz. Bugün de öyle oldu. Teşekkür ederim. Bu yazıyı bir blogda bulacak okur, kendisiyle konuşulur gibi hissetsin istedim. Çünkü belki de bu çağın en büyük lüksü, samimiyet. Samimiyetin beyanı şudur. “Bilmiyorum” diyebilen bir cesaret. “Öğreniyorum” diyen bir sebat. “Emeğe saygı” diyen bir vicdan. Ve “birlikte daha iyiyiz” diyen bir gülümseme. O gülümsemeyi yüzünde hayal ediyorum.
Bugünlük defteri kapatırken, masanın üstünde iki küçük not bırakıyorum. Bir, gazetecinin nefes payı büyüdükçe hepimiz daha iyi duyarız. İki, yaratıcı emeğin aydınlığı paylaşıldıkça hiçbir algoritma bizi gölgede bırakamaz. Eğer bu iki notu yan yana koyarsak, şehrin akşamüstü rüzgârı ikisini de yerinden oynatamaz. Kapatıyorum. Sonraki yazıda aynı masada buluşalım. O zamana kadar iyi bak kendine. Yazı bitse de sohbet bitmez, bilirsin.