Şehrin Üzerine İnmiş Görünmez Filtre

Sen de farkında mısın, hava sıcak değil artık zihin kaynıyor. Şehrin kaldırımlarında, panolarda, story’lerde parıldayan afişler var; “yaz şenliği” diyor, “sergi açılışı” diyor, “konser, konuşma, atölye” diyor. Biz de gidip bir şeyler izleyip bir şeyler hissetmek istiyoruz. Ama sanki gözümüzün önüne, ince, renksiz bir filtre iniyor: Erişim var ama yok; söz var ama çekimser; müzik var ama sessiz. Kâğıt üstünde festival, pratikte “algoritmanın uygun gördüğü kadar”. Ve senle ben, klimalı bir kafede “ya biz ne izliyoruz, neyi izleyemiyoruz?” diye dertleşiyoruz.

İşin tuhafı, şehir bütün pırıltısıyla akıyor aslında. Rehberler, sergiler, programlar… Mesela Ağustos ayı sergi listelerini açıyorsun; SALT Galata’da “Karanlık Dünya”dan söz ediliyor, yeni mekânına taşınan bir galerinin açılışı var, güncel sanatın bütün küçük kıpırtıları haritada nokta nokta işaretlenmiş gibi. Bu ayın sergi rehberleri şehrin ritmini gayet canlı anlatıyor; hem bağımsız mekânlar, hem kurumlar “gel” diyor. (Ağustos 2025 güncellemeli sergi rehberleri ve öneriler şehrin nabzını tutuyor: ör. 4 Ağustos 2025 tarihli bir seçkide SALT Galata’nın yeni sergisi ve farklı mekânlar bir arada anılıyor; Temmuz sonundaki bir başka rehber de Ağustos boyunca takip edilecek sergileri listeliyor. (1, 2))

Fakat gel gör ki bu parıltının alt katmanında, “yayıldıkça görünmezleşen” başka bir hikâye akıyor. Hani bazen telefonda çekim var gibi görünüyor ama bir türlü arama bağlanmıyor ya; kültür-sanat da öyle bir çekinti halinde: Var ama tam değil. “Karanlık Dünya” sergisi var; ama kimi filmler görünmez. Afiş var; ama akredite olmayan gazeteci dışarıda. TikTok var; ama dün vardı, bugün gidip gelmiş. Seninle benim aramda, konuşmalarımızın arasında, “hadi ya”larla “olur mu öyle şey”lerin arasına bir ince çatlak giriyor. Ben o çatlağa eğilip bakmak istiyorum bugün. Gel, beraber bakalım: sansür nasıl görünmezleşti, algoritmalar nasıl “en sevimli sansür memuru”na dönüştü, seyirci olmak bizi neden içten içe yordu?

Bir Yaz Haritası: Işıltı ve Kayıplar

Biri sana “Bu şehirde sanat bitmez” dediğinde haksız sayılmaz. Ağustos boyunca açılan sergiler, küçük konserler, açık hava gösterimleri, yazlık sinemalar… Şehri yürürken bile, kulak kabartınca bir yere yetişebileceğini hissediyorsun. Bazı dergiler ve platformlar “bu hafta nerede ne var?” diye haritalar çıkarıyor; galeriler, mekânlar, yeni sanatçı seçkileri… (Güncel sergi rehberleri bu hissi güçlendiriyor. (3)) Bir yandan da “festival sezonu” dedikleri şeyin zamanıdır; müziğin, sinemanın, edebiyatın “yaza yakışır” cömertliği.

Ama aynı haritanın boşluklarına bakınca tuhaf bir şey görüyorsun: Bazı filmler kayıp; bazı bölümler bu sene yok; bazı yarışmalar, “format değişikliği”nin sonsuz elastikliğine havale edilmiş. Kimi festival kararları, özellikle kuir sinemanın sistematik dışlanmasına dair tartışmaları büyütmüş; belgesel yarışmaları birden ortadan çekilmiş, bölümler “programdan çıkarılmış”. (Nisan 2025’te yazılan eleştiriler, belgesel yarışmasının kaldırılması ve kuir yapımlara ayrılan bölümün program dışı bırakılması gibi somut örneklerle “adım adım” derinleşen bir sansür tablosu çiziyordu. (4)) Bir festival “yok sayınca” konu bitmiyor; aksine her yerde yankılanıyor. O yankı, sonra bizim evde, sokakta, masada konuştuğumuz sese karışıyor: “Bu sene niye daha az film konuştuk?”

E debi dünyası? Kitap fuarları takvimini açınca, “geliyoruz” diyen bir coşku var yine sonbahara doğru büyük buluşmalar planlanıyor; İstanbul’daki o dev fuar için tarih bile verilmiş durumda: 1–9 Kasım 2025. (42. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı tarihleri bu şekilde duyuruluyor. (5)) Yani kâğıt üstünde, her şey tamam. Fakat biz artık sadece “var mı yok mu?” diye bakmıyoruz; “ne kadarı görünüyor, ne kadarı görünmez?” diye soruyoruz. Program sayfasına sığmayan, basın bülteninde geçmeyen, X’te trend olmayınca duyulmayan, algoritmanın tırnak arasına sıkışıp kalan ne kadar şey var?

Kısık Sesin Yorucu Güzelliği: Sansürün Yeni Hal Dili

Düşünsene: eskiden sansürü “kalın çizgilerle” anlatırdık. Bir şey “yasaktır” denirdi, bitti. Şimdi ise bir şey “esnektir”: biçim değiştirebilir, gecikebilir, “formatı” değişebilir, “uygun bulunmayabilir”, “standarta uymayabilir”, “risk yönetimi gereği” ertelenebilir. Neticede, seyirci olarak senin önüne gelmez. İşte o an, biz “görmedik” diyerek kendi iç dünyamızla pazarlık yaparız.

Bazı haberlere bakınca, kültür-sanat dışındaki alanlarda bile erişim ve akreditasyon tartışmalarının nasıl “anında görünmezlik” üretebildiğini görüyorsun. Bir açıklamaya alınmayan haber ajansı, kapı önünde kalmış bir mikrofon, içeriye giremeyen bir bakış. (2 Ağustos 2025’te Ankara’da bir açıklamaya ANKA’nın alınmaması üzerine politik sansür tartışması alevlenmişti. (6)) Politika ayrı, kültür ayrı diyemiyoruz artık; çünkü görünürlük, çağın ortak para birimi. Gözün değmediği şey, sanki olmamış gibi not düşülüyor.

Sosyal medyadaki kesintiler de buna eşlik ediyor: “Hangi platform var, hangisi yok?” diye sabah akşam yoklama alınan, bir açılıp bir kapanan bir dünya. (19 Mart 2025’te NetBlocks’un doğruladığı erişim kesintileri sırasında X’in kısmî olarak erişilebilir, Instagram ve TikTok’un ise kullanılamaz olduğu saatler olmuştu. (7)) Belki sen o gün işe gidiyordun; belki de kahveni alıp bir videonun altına “eline sağlık” yazacaktın. Olmadı. O gün, o video, o his geçti.

Fakat sansür bugün artık tek başına dev bir bariyer olmaktan ziyade, küçük engeller ekosistemi halinde işliyor: Bir parça “prosedür”, biraz “teknik arıza”, bir tutam “topluluk standartları”, üstüne “kamu güvenliği hassasiyeti”. Ve bütün bunlar, hayatın akışıyla aynı tonda konuşur gibi, “rica ederiz anlayışınıza sığınırız” cümleleriyle geliyor. Sen de “pekâlâ” deyip bir sonraki içeriğe kayıyorsun.

Algoritma: En Sevimli Sansür Memurumuz

Şimdi gelelim hem komik hem hüzünlü noktaya: Diyelim ki hiçbir resmi engel yok. Peki senin bana ulaşma ihtimalin ne? Benim anlattıklarımın senin telefonuna düşme ihtimali? Hadi diyelim bir videomu izledin; ikinci videomu izleme ihtimalin? Kimimiz gönül rahatlığıyla diyoruz ki: “YouTube hâlâ zirvede.” Evet, gençler arasında YouTube çok baskın; TikTok, Instagram, Snapchat onu izliyor. (2024’te ABD’deki 13–17 yaş grubuna dair bir anket, 2025 yazında ülkemizde de haberleştirildi: gençlerin %90’ı YouTube kullanıyor; TikTok %63; Instagram %61; Snapchat %55. Facebook ve X gençler arasında belirgin biçimde gerilemiş durumda. (8))

Güzel. Peki o YouTube sana neyi gösteriyor? “İzleyenler bunu da izledi”nin eğlenceli vektöründe, en çok izlenen, en çok etkileşim alan içerik, sesi en yüksek olan. Bu şu demek: Kültürdeki ince frekanslar sessiz belgeseller, üç kişinin uzun uzun tartıştığı bir sanat tarihi videosu, mahallenin arka sokağındaki küçük bir bağımsız galeriye dair on dakikalık bir vlog tüm ihtişamıyla gürültüye karşı yarışmak zorunda. O yarış, bazen sadece “ne kadar ilginçsin?” sorusuyla değil; “ne kadar bağırıyorsun?” sorusuyla da alakalı.

Bundan dolayı “algoritma” kelimesi hayatımıza sanki görünmez bir editör gibi girdi. Bu editör “şiddetli bir sansürcü” değil belki, ama “sevimli bir memur” gibi masanın köşesinde oturup akışa şu notu düşüyor: “Bence bunu daha önce izlediğin şeye benzetelim.” Benim kalbime ağır gelen şu: Sanatın görevi bazen benzememek değil miydi? O benzemezlik hâli nerede görünür olacak?

Kendini Sansürlemenin Tadı Kaçık Ustalığı

Ben sana burada içimi dökerken şunu itiraf edeyim: Her yazar, her yönetmen, her içerik üreticisi, bazen “ne dememek lazım?” diye de düşünür. Bu ülkede bu soruyu düşünmeden yazan var mı? “Bu metafor biraz fazla mı?” “Bu başlıkla mı çıkmalıydım?” “O festivalin adını yazarsam bir daha çağrılmam mı?” “O gazeteye röportaj verirsem şu kapı kapanır mı?” İşte içimize yerleşen küçük “ben”ler. Bu “ben”lere dijital dünyada bir de “acaba shadow mu yedik?” sorusu ekleniyor. O zaman ne oluyor? Yazı yumuşuyor; cümle yuvarlanıyor; başlık “algoritma dostu” bir tona bürünüyor. Kaybettiğimiz şey bazen sadece sert bir cümle değil; yazının cesareti, bir sanat işinin kenarsızlığı.

Sana bir şey soracağım: Son bir yılda hadi büyütmeyelim, son üç ayda hangi filmden sonra uzun bir yürüyüş yaptın? Hangi sergi çıkışında biriyle iki saat konuşup “içim açıldı” dedin? Hangi kitapla karşılaşınca “işte, tam da bu” hissini yaşadın? Olmuşsa ne âlâ. Olmadıysa, bu yalnızca üreticinin suçu değil; izleyici olarak bizim, yani seninle benim yaşadığımız o “kaydırıp geçme” mekaniğinin de payı var. O parmak hareketi, bir cümlenin hayatını belirliyor artık.

“Tartışma Programı” Kadar Gürültü, Bir Sohbet Kadar Sükûnet

Bir güncel yazıda okumuştum; tartışma kültürümüz son yıllarda “kimin kazandığından” çok “kimin daha çok bağırdığına” kilitlenmiş durumda. (Bu mesele, gündemdeki konuları konuşurken “performansa” dönüşen tartışmaları eleştiren bir perspektifle Temmuz 2025’te tahlil edildi. (9)) Bilirsin, ekranlar gibi sosyal medya da bu “performans”a bayılıyor. Çünkü performans etkileşimi büyütüyor; büyüyen etkileşim, algoritmanın kalbini kazanıyor; algoritma sevdi mi, “içerik” kazanıyor. Peki “konu” kazanıyor mu? Ya da “kültür”?

Belki de aradığımız şey; daha yavaş, daha derin, daha küçük grupların “yerel ritmi”. Herkesin birden bağırmadığı; bazılarımızın düşündüğü; bazılarımızın dinlediği; bazılarımızın da “biraz da dışarıyı yürüyelim” dediği bir ritim.

Kayıp ve Buluntu: Görünmez Olanı Görünür Kılmanın Beş Küçük Yolu

Bak, dert çok; ama dertsiz konuşmak da lazım. Sana (ve bana) mini bir harita çiziyorum hiçbiri mucize değil ama hepsi uygulanabilir. Hem ironik hem pratik düşün:

  1. Programdan kaçmış işleri ara. Festival programında “formatı değiştirilmiş” her bölümün, her yarışmanın, her temanın bir izi kalır. O iz sürülür. Filmi nereye gitti, yönetmeni ne dedi, hangi platform ev sahipliği yaptı? Kimi zaman tam da o “ıska geçen” şey, yılın en iyi işidir. (Bu yılki bazı festival tartışmalarının arka planı, belgesel ve kuir sinemanın programdan dışlanması üzerine yoğunlaştı; merceği bu izlere çevirmek iyi bir başlangıç. (10))

  2. Sergi rehberlerini “algoritma” gibi değil, “kâşif” gibi oku. Çok paylaşılanın yanında, az konuşulan mekânı da not al. SALT’a gidiyorsan, aynı gün yürüme mesafesindeki daha küçük bir mekâna da uğra. Rehberler “tam liste” olamaz; senin gözün olmalı. (Güncel rehberler eşlik eder ama sen rotayı kendin çıkarırsın. (11, 12))

  3. Erişim kesintilerinde “offline kültür” çantası hazır olsun. Telefon çekmeyebilir; platform “geçici olarak hizmet veremeyebilir”. Bir küçük not defteri, bir baskı fanzin, indirip sakladığın bir PDF söyleşi, bir iki müzik dosyası… Kültür, internet bağlantısı kadar güçlü değildir; daha güçlüdür. (Kesintilerin “gündem yönetimi”yle çakışabildiği günleri gördük. (13))

  4. Mikro-tartışma, makro-anlama. Ekranda bağıran yerine, iki kişiyle derin konuşmayı seç. Bir sergi çıkışı iki kişi olarak “ne anladık?” konuşması yap; üç kişi olduğunuzda biri not tutsun. Bu küçük konuşmalar, “büyük gürültü”nün yapamadığını yapar: düşürür.

  5. Kendine editör değil, küratör ol. Sansür kendini çoğu zaman editörlük gibi tanıtır; oysa küratörlük, görmek istediğin kişisel haritayı çıkarır. “Bugün neleri görebilirim?” yerine “Bugün neyi görmek istiyorum?” sorusunu sor. Aradaki fark, sürüklemeyi bırakıp seçmek.

Algoritmayı Hack’lemek: İnsanla İnsan Arasına Geri Dönüş

Algoritma, o sevimli memurumuz, bazen bir “hack” seviyor: İnsanla insan arasına sokulmadığında, gücünü kaybediyor. Sen birine doğrudan bir link gönderdiğinde, bizzat konuşturduğunda, yan yana getirip izlettirdiğinde o küçük memur “hmm” deyip çekiliyor. Belki şununla başlayabiliriz: “Sana bir şey göstereceğim.” Bu cümleyi çoktandır birbirimize söylemiyoruz. Aslında tüm kültür bunun etrafında dönüyor: Gösterme ve görme.

İşte bu yüzden mahalledeki küçük kültür evi kıymetli; apartmanın giriş katındaki müzik atölyesi kıymetli; üniversitenin sessiz kitaplığında gece açık kalan o masa kıymetli. Büyük fuarı beklerken (1–9 Kasım’ı takvime aldık ya), aradaki boşlukları bu küçük mekânlarla doldurmak, “büyük gürültü”yü parçalayıp “küçük anlamlar”a çevirmek demek. (İstanbul Kitap Fuarı tarihleri belli; aradaki ayları “küçük keşiflerle” doldurmak bizim elimizde. (14))

Yorgunluğun Şiiri: Neyi Kaybettiysek Onu Anlat

Gösterilememe, duyurulamama, çağrılmama… Sanatçı için de izleyici için de başka türlü bir yorgunluk yapıyor bu. Sanatçı kendi kendine “Bunu niye yaptım?” diye soruyor; izleyici “Ben ne izledim?” diyor. Bir yerden sonra herkes “hikâye”yi unutuyor, sadece “hikâyenin görünürlüğü” üzerine konuşuyor. Bu bana biraz yabancı geliyor. Çünkü ben, hikâyenin kendisiyle bağ kurmak istiyorum.

Biliyor musun, bazen büsbütün kişisel bir şey geri getiriyor bu bağı: Sokakta denk geldiğin bir duvar yazısı, bir sergi broşürünün kenarına düşülmüş bir not, sahafın kasasının yanında duran küçük bir derginin eski bir sayısı… Bunlar “ölçülmeyen” şeyler. Ve tam da bu yüzden, kalbi daha rahatlatıyor.

Kayıp Dosyalar: “Olmadı” Dediklerimiz Nereye Gidiyor?

Bir de şu var: Etkinlik iptal olduğunda, sansür konuşulduğunda, platform erişim veremediğinde “olmadı” diyoruz. Oysa “olmadı” demekle bitmiyor o içerik, o çaba, o emek, bir yere gidiyor. Nereye? Bazen üreticinin çekmecesine; bazen bir arkadaşlar grubunun drive’ına; bazen şehrin başka bir ilçesindeki mütevazı bir salona. Biz “olmadı” dedikçe, “alternatif oldu”lar çoğalıyor ama görünmezde kalıyor. Bu görünmez alternatifler ekonomisi, yeni kültürümüzün asıl malzemesi olabilir. Sen de ben de birer arkeolog gibi kazı yapmayı öğrenirsek, “olmadı”ların arasındaki “oldular”a ulaşırız.

“Gençlik Neyi İzliyor?” Sorusu ve Bir Yan Soru

Veriler diyor ki gençler YouTube’da; TikTok ve Instagram arkadan geliyor. (Yukarıda geçen yüzdeleri hatırla. (15)) Tamam. Peki “gençlik neyi arıyor?” sorusunu kim soruyor? Veriler çoğu zaman “neye tıkladılar?”ı ölçer; “neyi aradılar ama bulamadılar?”ı değil. Benim gizlice sevdiğim arama cümlesi şu: “Şu işten bir şey anlamadım ama iyi geldi.” Bu cümleye klik ölçülemiyor, yorum yazılmıyor, abonelik getirmiyor; ama bir dünya kuruyor. O dünyanın içinden yeni işler filizleniyor. İşte bu yüzden, “veri”yi sevsek de, “yoksunluğu”na kulak kabartmak lazım.

Kendi Kütüphaneni Kur: Sesini Kısan Dünyada Yüksek Sesli Bir Sığınak

Bunu çok pratik bir öneri gibi yazacağım çünkü pratik bir öneri: Kendi arşivini tut. Dijital platformlar gelip geçiyor; erişim kesilip geliyor; aylık abonelikler değişiyor. Ama senin not defterin, PDF klasörün, müzik dosyaların, izlediğin filmlerin listesi, kendi çektiğin fotoğraflar bunlar senden ayrılmıyor. Her ay bir gün belirle; “arşiv günü”. O gün, son bir ayda gördüğün en iyi üç röportajı, iki sergi metnini, bir podcast’i ve bir kısa filmi indirip kaydet. Yanına bir not düş: “Bunda ne buldum?” Sonra o notu birine yolla: “Sana bir şey göstereceğim.”

Bu öneriyi “nostaljik” bulabilirsin ama bence bu tam tersine radikal: Çünkü “şimdi ve burada”nın şantajından kurtarıyor. Bugün erişemediğin bir şeye yarın kendi arşivinden ulaşırsın. O arşivin içindeki sıradan bir PDF bile, bir akşamüstü hayatını değiştirir.

Gülümseyelim: Görünmez Filtreyi Biraz Buğulandıralım

İronik ama gerçek: Sansür “ciddiyetle” beslenir, mizahla sararıp solar. Algoritma “tahmin edilebilirlik”le çalışır; sürprizle tökezler. Bu yüzden, bazen bir jest, bazen küçük bir şaka, bazen bir başlığı farklı koymak yoldaşımız. Mesela bu yazı, adını “Şehrin Üzerine İnmiş Görünmez Filtre” koydu diye algoritma buna nasıl davranacak, emin değilim. Ama biliyorum ki sen şu an buradasın ve birlikte bu buğuyu cama üflüyoruz. Adın soyadın, benim kimliğim, hepsi bir kenarda kalsın; biz varız burada; iki insan. Bu bir şeyleri değiştiriyor.

Bir Sonbahar Provasi: Büyük Buluşma Öncesi Küçük Oda

Kasım’da kitap fuarı var, biliyoruz. (1–9 Kasım 2025, not ettik. (16)) Peki Eylül ve Ekim? Onlar “küçük oda” provaları olsun. Her ay bir küçük buluşma: bir evde, bir atölyede, bir parkta. Bir kişi bir kısa film getirsin; biri bir şiir okusun; biri bir sergi broşürü getirsin; biri de “ben konuşmayacağım, dinleyeceğim” desin. Yirmi kişi değil, beş kişi yeter. Not alın; sonra o notu “haber değeri” olsun diye değil, “hayat değeri” olduğu için paylaşın.

“Festivalde şu bölüm kaldırılmış” cümlesini okudukça içimiz daralıyorsa, “biz bir bölüm açıyoruz” diyelim. Her birimizin hayatında açabileceği küçük bir bölüm var. Kimi zaman bir pazar sabahı, kimi zaman akşamüstü. Adı “Ne izledik ve neyi izleyemedik?” olsun. Toplantı sonunda “izleyemediğimiz” şeylerin peşine düşeceğimize söz verelim.

Kapanış: Aynaya Yazılan Dipnot

Sanırım bütün bu metin, bir tür dipnot aslında: Sayfanın altındaki küçük, kapatılabilir bir bölüm. “Yazmak ister misin?” diye soran bir kutu. Ben oraya şunu yazıyorum: “Görünmez olanı konuşmadan görünür kılamayız.” Bu cümleyi cepte taşıyalım. Bu yaz, bu şehir ve bu hayat hepsi birer taslak. Biz, o taslağın marjlarına harf harf, yavaş yavaş yazalım.

Şimdi istersen bir plan yapalım: Bu hafta bir sergi, bir kısa film, bir uzun yürüyüş. Yürürken telefona çok bakmayalım; ekranı biraz kısalım. Üç kişiye “Sana bir şey göstereceğim” diyelim. Biri “vaktim yok” derse, “ok” diyelim; ama bıraktığımız link orada dursun. Ne kadar uğraşırsak o kadar göreceğiz. Hani eski bir söz vardır: “Yol yürüyenin.” E kültür de öyle değil mi? İzleyen, dinleyen, bakan, soran, arayanın.

Ve son bir şey: Eğer bugün herhangi bir kapı sana “giremezsin” dediyse, kapının altından sızan ışığa bak. O ışık, içerinin yalnız olmadığını gösterir. İçeride birileri vardır ve onlar da dışarıyı merak ediyordur. Belki bir gün buluşursunuz; belki tam şimdi. O güne kadar, görünmez filtrenin üstüne buğumuzu üflemeye devam edelim. Emeği, sözümüzü, şarkımızı ve inadımızı.

Yorum Gönder

Blog içerisinde minimum hatta hiç görsel kullanmamaya özen gösteriyorum, dikkat dağıttığına inanıyorum. Yazılarımda amacım sizlerle sohbet etmek, dahil olmak isterseniz yorum bırakmanızı rica edeceğim, mutlaka cevaplıyor olacağım, kendinize iyi davranın...

Daha yeni Daha eski