Playback Mevsimi Başlıyor

Sıcaktan eriyip rüzgârı beklediğimiz akşamlardı bunlar. Balkonda çay köpürür, bardakların kenarında dudak izi kalır, YouTube önerilerinde “Bu yazın olmazsa olmazları” diye parlak kapak görselleri sıralanır. Tam o sırada telefona düşen yeni bir bildirim. Şehirde bir festival var. Yenikapı’da koca bir alana kurulan sahnede ışıklar ısınıyor, kalabalık iç içe. Arkadaşlar grupta soruyor. Gidiyor muyuz, gitmiyor muyuz, yoksa yine içerik mi tüketiyoruz. İçerik dediğimiz şeyin içine hayatımızın kendisi de dahil oldu ya, işte her şey orada başlıyor.

Şunu baştan konuşalım. Bu ülkenin yazları uzun, sabrı kısa. Bizim de ışıltıya zaafımız var. Sahneden gelen ilk akorla içimizdeki ergenliğin fermuarı açılıyor, herkes bir döneminin kahramanı oluyor. Benim kahramanlık hikayem de bu yaz bir festival alanının eşiğinde başladı. Kalabalıkla akordaydım. Bir tek şeye karar vermem gerekiyordu. Bu anı yaşamak mı, yoksa kayda almak mı. Bir insan hem şarkıya eşlik edip hem titreşimi video formatına sığdırabilir mi. Cevabı bilmiyorum, bildiğim tek şey şu. Bazı anlar kayda değil, kendine alınmak istiyor.

Sahneyi düşün. Binlerce insanın ortak bir nabızla atması demek o. Ne kadar gürültü varsa, o kadar ortaklık var. Öte yandan herkesin avuç içinde birer kamera var. Bazı festivaller kaydı yasaklıyor. Sahneyle seyirci arasındaki o kırılgan köprüyü ekranın soğuk camıyla korumaya çalışıyor. Sosyal medyanın sonsuz çoğaltma iştahı ile anın kırılganlığı arasında gelgitler yaşıyoruz. Sinop’ta yapılacak Kuzey Fest’in kurallarında “konser süresince kayıt yapmak kesinlikle yasaktır” cümlesi geçiyor mesela. Satır sert, niyet belli. Bazen şarkının kendisi, o anın tekil büyüsü bile kameraya kıskanıyor. Bu yasağın felsefesini uzun uzun tartışabiliriz, ama şunu hissediyorum. Bazı anlar dijitalin biçak sırtında iken, gerçek olanın tene ihtiyacı var. (1)

İstanbul bu yaz yine sahneyi büyüttü. Festival Park Yenikapı’ya dev bir lunapark gibi kuruldu etkinlik takvimi. 1 ile 17 Ağustos arasında akşamüstü rüzgârının seyyar satıcılarla, midyeciyle, sahne ön hoparıyla karıştığı o büyük kalabalık. Takvimler, saatler, metro çıkışları, toz. O büyünün lojistiği bile şiir gibi. Her gün 16.00’da kapılar açılıyor. O, bir tür ayin saati oldu artık. Kendi küçük ritüellerimizi buluyoruz. Birimiz su taşıyıcı, birimiz çanta bekçisi, birimiz şarkı listelerinin hafızası. Yenikapı, bu yaz bir kez daha sesi şehrin göğsüne bastırdı. (2)

Üstelik kimi geceler dünya pop mitolojisinden bir yıldız da gökyüzünden inip sahneye çıktı. Yazın ortasında İstanbul Festivali’nde Jennifer Lopez konseri vardı. Bilet koşulları, ayakta düzende bir kalabalık, 7 yaş ve üzeri çocuklara bilete tabi düzen. Bazen sahneye çıkan kişi değil de sahneyi dolduran kurallar konuşur. “Bilet iadesi yapılamaz” cümlesi bile şehrin ritmine karışır. Çünkü şehir böyle büyük bir akşamı hafızasına alırken kira, ulaşım ve bedenin dayanaklılığı ile pazarlık yapar. O gece de öyle oldu. Yıldızlar gökyüzünde, sahnede bir başka yıldız, sahnenin karşısında bir yıldızlar kümesi kadar göz. Göze alınan şey de buydu. Gösteriyi görmek kadar gösteride görünmek. (3)

Bir yandan kültür siyasetinin gölgesi sahne ışıklarının üzerine düşmeye devam ediyor. Avrupa cephesinde büyük bir başlık açıldı. Avrupa Medya Özgürlüğü Yasası yürürlüğe girdi. Devlet reklamlarının şeffaflığı, kamu medyasının bağımsızlığı, gazetecilere yönelik casus yazılımların sınırlandırılması ve platformların bağımsız medya içeriklerine keyfi müdahaleden kaçınması gibi başlıklar konuşuluyor. Bu cümlelerin her biri sahnenin kadrajını büyütüyor. Çünkü hepimiz artık hem tüketici hem üreticiyiz. Bir videoyu silen görünmez el ile bir haberin altına düşülen bir yorum aynı ekosistemde nefes alıyor. Dolayısıyla sahne yalnızca müzisyene ait değil. Seyirciye, muhabire, montajcıya, hatta telefondaki otomatik düzeltmeye ait. Yasa başka bir coğrafyada ama sesin sınırları zaten dosya uzantısıyla çizilmiyor. (4)

Diğer yandan Avrupa Yapay Zeka Yasası resmen yürürlükte. Sanatçı örgütleri, telif hakkıyla korunan eserlerin yapay zeka eğitiminde kullanımı konusunda hâlâ açıklar olduğundan şikayet ediyor. Bu tartışma sahnenin orta yerine saplanan bir kazık gibi. Mikrofonu kim tutuyor sorusundan daha önemli olan şu. Sesin kimliği kime ait. Şarkının altındaki mürekkebi kim ödedi. Her cümle modelin bir parametresine dönüşürken, sahici emeğin sesi nasıl duyulur. Bu yaz tüm festival girişlerinde bu soruyu yanımızda taşıdık. Bazılarımız cebinde bir kulaklık, bazılarımız not uygulamasında bir cümle. Bazılarımız da biraz öfke, biraz teslimiyet. Çünkü sahnenin dillerden bağımsız bir hukuku var. O hukuk aynı anda hem estetik hem etik. (5)

AI ile müziğin evliliği büyük bir düğün değil, bitmeyen bir prova gibi. Üzerimize gelen trendleri gördükçe heyecanlanıyor, sonra ürperiyoruz. Geçen yıllarda anonim bir üreticinin Drake ve The Weeknd’e benzeyen yapay vokallerle yayınladığı şarkı tüm endüstriyi sarsmıştı. Bir tek parça bile, müziğin kimin olacağına dair kavganın afişi olabiliyor. Biz de Türkiye’de Yaz Festivalleri’nde bu fısıltıyı duyduk. Sahneye gerçek kişi çıkıyor gibi, ama kuliste kim var. Peki ya yarın. Bir üretici, bir şarkıcının verisine, bir dönemin dokusuna erişip bir yazın soundtrack’ini tek başına yazarsa. Dinlediğimiz şey hâlâ birinin hayatı mıdır, yoksa ağların kıvrımlarında past tense bir dokunuş mu. (6)

Bu işin felsefesini konuşmak için uzun masalar, su bardakları ve uçları kemirilmiş kalemler gerekiyor. Ben daha mütevazı bir yerden bakayım. Festival alanında yürürken herkesin yürüyüşü şarkıya uyuyor mu. Evet, biraz. Çünkü ritim kolektif. Peki herkes aynı şarkıyı aynı yerinde kaydediyor mu. Hayır. Kimi nakarata, kimi introya takık. Kimi çığlığı bekliyor, kimi davul break’ine. Bu farklılık bile avuç içi ekranların demokrasi vadedebileceği yanılsamasını yaratıyor. Oysa aynılık çok daha derinlerde. Kaydırma hareketi aynı, bildirim sesi aynı, posta atılan soru aynı. “Bu videoyu kim izlesin” sorusu kemiğe dayanıyor. Eşikten geçmek için gerekli kişi sayısını aslında uygulama biliyor. Bizimse bildiğimiz tek şey var. Bir şarkı çalıyor.

Daha da günlük konuşalım. Şehirde akşamüstü. Metronun içinde bir grup genç prova yapıyor. Festival öncesi sözleri tekrar ediyorlar. Aralarında gizli bir anlaşma var. Kimse bu provaları tam çalmayacak. Çünkü sahnenin büyüsü provada söner. Bu da bir etik. Evde sesinizi ısıtabilirsiniz, yazlık evin balkonunda gitar tınısını yükseltebilirsiniz, ama sahnenin ilk akorunu sahneye saklamak gerekir. Sanırım bazı yasa koyucular bunu anlamıyor. Yöntem, içerik, eşik. Hepsi sahnenin üstünde tek bir soruda toplanıyor. Şarkı başladığında gözünü kim kırpacak.

Bu yaz daha da ilginç bir şey oldu. Biçim, içerikten daha baskın hale geldiği için içerik kendini biçimin gölgesinden kurtarmak zorunda kaldı. Bir örnek. Festivalde ayakta düzende bir konser, şehre şu mesajı verir. Buraya oturmak için değil, akmak için geldik. Çocuk bileti kuralları ise bambaşka bir akıl. Yedi yaş ve üzeri biletli düzen, pek çok aileye küçük bir çarpım tablosu çıkarır. Bütçe, otopark, dönüş vakti, kulak tıkacı. Bu karmaşanın içinde bir de görüntü çekimi ve telif meselesi alevlenir. Herkes bir şey çekiyorsa kim kime izin veriyor. Çektiğimiz şeyi nerede paylaşıyoruz. Kimin yüzü göründü, kim görünmek istemedi. Gönderi etiketi, yüz bulanıklaştırma, hikaye bildirimi. Bütün bunların ortasında şarkıcı ilk notayı basar ve biz susarız. Çünkü bazen doğru cevap susmaktır. Bazen de yüksek sesle eşlik etmek. Ama eşlik her zaman bir sözleşme gerektirir. İmzasız sözleşmelerin dünyasında yaşıyoruz.

Bir başka köşeden bakalım. Avrupa’daki yasalar platformların bağımsız içeriklere müdahalesini sınırlamayı hedeflerken, biz günlük hayatımızda bir videonun niye kaybolduğunu, bir haberin niye görünmediğini konuşuyoruz. Herkes kendi küçük evreninde bir içerik stratejisi geliştirdi. Şöyle bir strateji. Hikayeler gece atılırsa daha çok görünür, programlı paylaşımlar insan eli değmiş gibi olmalı, reklam bütçesi düşük ama hassas. Şehrin duvarlarındaki afişler bile artık algoritma okur yazarı. Konser afişi, altına QR. Bir cümle slogan. Yemek arası, su arası, tuvalet sırası. Her şey bir cümleye sığmak, bir bağlantıya dönüşmek istiyor. Ama yine o soru. Sahnenin kalbi gerçekten nerede atıyor.

Hadi şu soruya da dokunalım. “Playback”. Bu kelime, Türkiye’nin müzik gündeminde her on yılda bir yeniden hortlayan küçük bir hortlak. Sahnede duyduğunuzla gördüğünüz uyuşmayınca hemen ileri sürülür. Oysa 2025’in playback’i farklı. Artık yalnızca sesin banttan gelmesi değil konu. Ses, bir modelin içinden de gelebilir, hatta sahne üstündeki kişi, sahne altındaki veriyi yönetebilir. Bu ortamda seyircinin ahlak bekçiliğine soyunması beklenemez. Seyirci şarkıyı ister. Biz de geceye gitmişiz. Şehrin sesini ve kendi halimizi aynı dosyaya sıkıştırmak için. Gecenin sonunda telefonun hafızası dolmuş, ama belli ki hafızamız biraz daha açılmış. Biraz daha mı açılmış yoksa biraz daha mı yorulmuş. O kısmı tartışılır.

Bir şey daha var. “Mikrofon kimin hakkı.” Bu soru bazen meydanlarda politik bir yankı, bazen bir ev içi kavgada uzaktan kumandanın kime ait olduğu. Bazen de yazın sıcağında bir festival alanının tozunda. Avrupa Yapay Zeka Yasası’nın yürürlüğe girmesi üzerine sanatçı örgütlerinin “yeterli değil” çıkışları kuliste konuşulurken, sahnede hâlâ sesiyle sahicilik üreten insanlar var. Şu cümleyi severim. Ses, bedende başlar. Mikrofon yalnızca bir araçtır. Bu cümle romantik gelebilir, ama hâlâ geçerli. Kayıt teknolojisi ne kadar gelişirse gelişsin, sahnede titreyen şeyin adı hâlâ enerji. Bunu sayılarla anlatamadığımız için belki de hukuk kelimesinin gölgesine sığınıyoruz. Hukuk, sahnede sığınak değildir. Sınırdır. O sınırların içinde kalanlar için oyun alanı açar. Dışında kalanları ise düşünmeye davet eder. Bu davet bu yaz herkese çıktı. (7)

Kendi küçük hikayeme döneyim. Festivalin üçüncü gecesi. Şehir üzerinde alçak bir rüzgâr, batıdan gelen sıcak hava dalgası yorgun. Arkadaşlar geç kaldı, ben alana erken girdim. Sahnenin önünde bir baba, kızını omzuna almış, bir eliyle de yüzlerce telefonun arasından sahneyi yakalamaya çalışıyordu. Göz göze geldik. Bana bir anlık bakışıyla şöyle dedi sanki. Kızım şarkıyı görsün, ben videoyu. An, ikiye bölündü. O bölünmüş anın nazlı sızıntısı konser boyunca içimde gezindi. Bir yandan hayran kaldım, bir yandan hüzünlendim. Bu iki duygu bir arada yaşanınca insan daha dikkatli dinliyor. Nakaranın ilk kelimesine, davulun kırılışına, ışığın ansızın düşüşüne.

Ülkenin kültür gündemi de böyle işte. Hayranlık ve hüzün. Bir tarafta dev afişler, sponsorlar, global yıldızlar, açılış videoları, dron çekimleri. Diğer tarafta izin süreçleri, iptal haberleri, siyasi polemiklerin gölgesinde kalan küçük sahneler. Ben bu yaz kendime bir kural koydum. İptal edilmiş bir konserin hikayesini de gidip dinleyeceğim. Sahne kurulmamış olsa bile. Çünkü iptal, bir hikayenin bitişi değil, bazen dönüşü. Kapanan bir kapının kolunda parmak izleri kalır. O izleri okumak da bir tür seyircilik.

Gelelim işin kulaklık kısmına. Gündüzleri çalışıp geceleri sahne gezenler bilecek. Sabah ofiste “Dün gece nasıldı” sorusuna tek cümleyle cevap verme zorunluluğu hissettirir. O tek cümle şöyle bir şeye dönüşür. “Kayıt almadım ama çok iyiydi.” Bu cümlenin altındaki gururu seviyorum. Kayıt almamak bazen anı korumanın en yüksek notası. Kendi kendine gizli bir yemin. Bir başka günse tam tersi. “Her şeyi çektim, ama sanki orada değilmişim gibi.” Bu da bugünün yorgun gerçekliği. Ekranla sahne arasındaki asimetrik bir aşk. Ekran hep daha fazlasını istiyor, sahne bazen daha azını. Bunu dengelemek mümkün mü. Belki tek yolu şarkı sözlerine birlikte karışmak. Sesini arada bir parçalamak. Kendi sesini duymayı göze almak.

Bir parantez. Hukukçuların yıllık raporlarında bu yıl reklam ve medya alanında idari para cezalarının yeniden değerleme oranlarıyla yükseldiğini, kurallara uyumun maliyetinin arttığını okuyoruz. Yani yalnızca sahne değil, sahnenin reklam afişi, sponsor postu, kampanya metni de kurallı bir dünyada dolaşıyor. Kuralın iyi yazıldığı yerde oyun daha yaratıcı olur. Kötü yazıldığı yerdeyse sesler boğuşur. Biz seyirciler bu kavganın tam ortasında, bir hikayeyi paylaşmanın bedelini bazen beğeni sayısıyla, bazen hesap kapanma riskiyle ödüyoruz. Yazılar ve raporlar, ceza aralıklarını, uyum yükümlülüklerini anlatadursun, yazın ortasında tek değerlendirme kriteri yine alkış süresi. Alkış, bütün hukuk dillerinin çeviremediği tekicik sözcük. (8)

Yapay zekanın telif bahçesinde dolaşırken bir başka köşe açılıyor. Müzik üreticileri ve hukukçular, modellerin eğitiminde kullanılan kayıtların şeffaf biçimde açıklanmasını, hak sahiplerinin pay almasını tartışıyor. Bu tartışmanın ferahlık veren kısmı açık konuşulması. Korkutan kısmı ise sesin kimliksizleşmesi. Şöyle bir sahne hayal ediyorum. Festivalin kapanış gecesi. Sahneye kimse çıkmıyor ama dev bir ekran, günlerdir dinlediğimiz şarkıların yeni bir versiyonunu çalıyor. Davul gerçek, gitar gerçek, vokal ise kimliği belirsiz bir harman. Kalabalık zıplıyor mu. Zıplıyor. Peki sonra ne. Eve gidince hangimiz daha dolu, hangimiz daha boş. Belki de mesele şu. Müzik yalnızca bir dosya değil. Müzik bir yüz ifadesi. Yüzü görmediğimizde notaların arasında bir yetim his kalıyor. Bu his, yasal düzenlemelerle kapatılamaz. Ama düzenleme hissi küçümsemek de naiflik olur. Hak sahipliği konuşulmalı, kayıt ve model şeffaflığı konuşulmalı. Konuşulmadığında, sahneye güven azalır. (9, 10, 11)

Bir başka gece. Yağmur ihtimali düşük, ama üzerimde ince bir yağmurluk var. Şarkılar arası nefes paylarında çevremi izliyorum. Yanımda bir çift var. Telefonu sırayla tutuyorlar. Kadın, adamın omzuna başını koyuyor, nakaratta gözlerini kapatıyor. Video titrese de an sabit. Arka tarafta bir grup liseli, dans adımlarını sayıyor. Her sayışta aynı gülüş. Bu sahnelerin her birini çok sevdim. Çünkü hepsi kırılgan. Kırılgan olan şeyler konuşsun istiyorum. Güçlü olan zaten bağırıyor. Kırılgan olan fısıldar. Biz o fısıltıyı duymayı denediğimiz kadar insanız. Şarkılar da öyle. Nakaratı herkes bağırır, ama kıta fısıldamayı sever.

Soruyu tersinden soralım. Bu yazın kültürel fotoğrafında bizi en çok yoran şey ne oldu. Bence plan yapma zorunluluğu. Takvimler, biletler, giriş saatleri, çıkış rotaları. Bir yandan gündem sıcak, bir yandan gündelik akışlarımız kırılgan. Buna rağmen şunun altını çizelim. Şehir hâlâ kendini bir araya getirme gücüne sahip. Bir festival, bir konser, bir açık hava sineması, bir kitap şenliği. Hepsi asgari müşterekte buluşma denemesi. Buluşmak demek birbirine temas etmek demek. Temasın olduğu yerde kural, kuralın olduğu yerde itiraz. Bu döngüden şikayet ederek değil, döngünün ritmini kabul ederek çıkabiliriz. Kabul, vazgeçmek değildir. Kabul, oyuna dahil olmaktır.

Bir tavsiye ile devam edeyim. Bu yaz gittiğiniz son etkinliğin şarkı listesini kendinize e-posta atın. Konserde çalınan sıralamayı hatırlamaya çalışın. Sonra aynı sırayı evde yeniden dinleyin. Aradaki farkı not alın. Evde dinlerken hangi şarkıda mutfağa gittiniz, hangisinde pencereyi kapattınız. Sahnedeyken hangisinde gökyüzü güzelleşti. Bu küçük bir egzersiz. Duyumsamanın haritasını çıkarmak, sahnenin sesini aklınızda çoğaltır. Kayıt yerine hatıraya yatırım gibi düşünün. Hatıranın büyüklüğünü ölçmek zor, ama bir ölçüm yöntemi var. Bir şarkıyı dinlediğinizde yüzünüzde beliren çizgi. O çizgi varsa, kayıt gereksiz. Çizgi yoksa, belki de o gece siz orada değildiniz.

Bir başka tavsiye. Telefonunuzu bazen ters çevirin. Mercekleri avuca gelecek şekilde. O anın size bakmasını sağlayın. Bunu yapınca başka bir şey oluyor. Ses dışarıdan içeriye değil, içeriden dışarıya akıyor. Şarkı sizden geçiyor. Sözler ağzınıza takılınca bir sürü duygu da peşine takılıyor. Yaz sıcağı bile farklı hissediliyor. Ter, artık şikayet değil, sahne bileti. Toz, bir filtre değil, anın patinası.

Geldik yazının içinden geçen o kılcal damara. Konser yasakları, izin tartışmaları, yönetmeliklerin gölgesi ve tüm bunların seyirci üzerindeki etkisi. Bu ülkede kültürün nabzı çoğu zaman evrak dolaşımında atar. Ama bütün buna rağmen yazın ışıkları sönmüyor. Şehirler kendi festival dilini buluyor. Bir yerde kayıt yasaklanır, bir yerde kaydın önemi kalmaz. Bir yerde sahne dev bir isimle parlar, başka yerde iki genç müzisyen bir pasajda küçük bir mucize üretir. Hepimiz aynı haritanın farklı konum noktalarıyız. Navigasyon bazen rota bulur, bazen kaybolur. Kaybolmak, bazen bulunmaktan daha öğretici.

Bir akşam da evde kaldım, itiraf edeyim. Oturduğum yerden canlı yayın izledim. Biri festival alanından açmış, dikey ekranda sahnenin yalnızca yarısı görünüyor. Yorumlar akıyor. “Ses biraz kısık.” “Zuma gelsene.” “Bu şarkı çıkar mı.” Yorumların bir kısmı arkadaş grubu, bir kısmı anonim kalabalık. Orada şunu fark ettim. Hepimizin içinde küçük bir rejisör var. Kadrajı beğenmiyoruz, zoomu eleştiriyoruz, yorum akışında sahnenin ritmini bozan kelimeler var. Sahici sahnede bu olmuyor. Orada tek bir edit var, o da başını nereye çevireceğin. Bu yüzden yayın kapandığında içimde küçük bir eksilme hissettim. Gidemediğim gecenin eksilmesi değil, ekrandan taşmayan şeylerin eksilmesi. Ses, orada başka kokuyordu. Ekran kokuyu taşımıyordu. Taşıyamazdı zaten.

Şimdi bir soru. Yasanın, kuralın, platform politikasının, reklam cezasının, telif düzeninin gölgesinde biz ne yapacağız. Bir cevap olarak şunu söyleyebilirim. Şarkı söyleyeceğiz. Bazen kendi sesimizle, bazen eşlik ederek. Eşlik etmenin sahiciliği, bu çağın muhtemelen en az konuşulan erdemi. Eşlik etmek demek, sahnenin tam ortasına çıkmadan, ortayı mümkün kılan kenarları kuvvetlendirmek demek. Eşlik eden seyirci, sanatçının nefesini duyar. Nefesin zorlandığı yerde alkışı geciktirmez. Nefesin açıldığı yerde görüntüyü bırakır, gözlerini büyütür. Eşlik eden seyirci, aynı zamanda düzenlemeleri takip eder. Tutarsız bulduğunu söyler, hakkını korur, hakkını korurken başkasının hakkına saygı gösterir. Bu da bir ahlak. Sahne ahlakı.

Yazının sonuna doğru bir itiraf daha. Ben hâlâ konser çıkışlarında bilet parçalarını saklayanlardanım. Evet, çoğu etkinlikte artık dijital QR var, ama bir bilet parçası gibi kokan hiçbir şey yok. Oysa kokunun da bir telifi olmalı. O koku, o akşamın bir parçasını evimde yeniden sahneye çıkarıyor. Dijital çağda bu nostaljinin komik göründüğünü biliyorum. Komik olan şeyler bazen çok korunaklıdır. Bir şeyi komikleştirirseniz, onu incitmek zorlaşır. Ben de bilet parçası nostaljisini hafifçe komikleştirip cebimde taşıyorum. Cebimde taşıdığım şeyler arasında bir de küçük cümleler var. Bu yazın cümlesi şu oldu. Playback mevsimi başlıyor, ama mikrofondan hala nefes geliyor.

Özet gibi değil, ama kapanış gibi şu dizeleri de bırakayım. Sahne ışıklarını üzerinizden çekmekten çekinmeyin. Müzik dosya değil, buluşma. Kayıt almamak bir kayıp değil, bazen bir armağan. Hukuk sahneyi daraltırsa, yaratıcılık kıvrılır ve yeni yollar bulur. Platformlar güçlüyse, bizim gücümüz de birliktelik. Bir şarkıyı birlikte söylemenin telifi yok. Birlikte söylemek ruhu çoğaltır. Bu yaz, şehrin iki yakasını birleştiren köprülerden biri de bir nakarat olabilir.

Ve evet, başa dönersek. Playback mevsimi başlıyor. Kimileri bundan korkuyor, kimileri heyecanlanıyor. Benim tavrım şu. Mikrofonu tutan herkesin yüzüne bakın. Yüz varsa, nefes vardır. Nefes varsa, sahne vardır. Sahne varsa, buluşma vardır. Bu buluşma, bu yazın hediyesi. Bunu kimin adına kabul edeceğini de siz belirleyeceksiniz.

Bu yazının içinde geçen bazı somut bilgiler için kısa notlar. İstanbul Festivali’nin tarihleri ve alan bilgileri etkinlik duyurularından görülebilir. Jennifer Lopez’in İstanbul konserine ilişkin etkinlik kurallarını not eden sayfalar dolaşımdaydı. Bazı festivaller kayıt yasağı uyguluyor. Avrupa Medya Özgürlüğü Yasası ağustos başında yürürlüğe girerek platformların bağımsız medya içeriklerine keyfi müdahalesini sınırlama hedefini vurguladı. Avrupa Yapay Zeka Yasası yürürlükteyken sanatçı örgütleri telif hakları konusunda açıklar olduğuna dair eleştiriler dile getirdi. Yapay vokallerle üretilen şarkıların yarattığı depremler ise müzik endüstrisinin gündeminde. Hepsi sahnenin gölgesinde konuşuluyor, ama sahnenin ışığını yine yüzler belirliyor. (12, 13, 14, 15, 16)

Yorum Gönder

Blog içerisinde minimum hatta hiç görsel kullanmamaya özen gösteriyorum, dikkat dağıttığına inanıyorum. Yazılarımda amacım sizlerle sohbet etmek, dahil olmak isterseniz yorum bırakmanızı rica edeceğim, mutlaka cevaplıyor olacağım, kendinize iyi davranın...

Daha yeni Daha eski