İnsanın başına ne gelirse gelsin yaşamak denen şeyin inadına bağırdığı, sessiz ama çok güçlü bir romandan söz ediyoruz. Yu Hua’nın Yaşamak’ı, büyük laflar etmeden, büyük kahramanlık destanlarına ihtiyaç duymadan, hayatın gündelik çamurunda yürümeye devam eden sıradan bir insanın hikayesini anlatıyor. Sıradan diyorum ama aslında hiç de sıradan değil. Çünkü her birimizin evinin mutfağında, kapı eşiğinde, ekmek kırığının yanına konmuş çay bardağında duran o küçük ve inatçı umudun romanı bu. Adı üstünde. Yaşamak.
Bu kitabı okurken kendimizi Çin’in hızla değişen yıllarının içine atılmış buluyoruz ama sayfalar çevrildikçe anlıyoruz ki anlatılan yerden çok halimizi gösteriyor. Anadolu’nun herhangi bir sokağında doğmuş, herhangi bir evde büyümüş, sonra da dünyanın yükü omzuna yığılmış birinin türküsünü işitiyor gibi oluyoruz. Yu Hua’nın cümleleri, sanki mahalledeki bir amcanın soba başında, sesi kısık ama sözleri ağır bir şekilde anlattığı anıları andırıyor. Kuru bir resmiyet yok, üstten bakan bir bilgelik yok. Var olan şey, yaşamın dakikası dakika değişen, bazen sevindiren bazen sarsan ritmi.
Romanın merkezinde, bir zamanlar imkanı, parası, haylazlığı bolken günün birinde yoksulluğun en geniş odasında uyanan bir adam duruyor. Bir anda olmuyor elbette. Ufak bir savrulma, ardından bir dizi yanlış ve küçük bir kibir. Sonra kapı kapı gezen kaderin tokmağı çalınıyor. İnsanın insanla ve devletle, insanın açlıkla ve onurla, hatayla ve tövbeyle sınandığı bir yolculuk. Bu yolculuğu okurken kendi hayatımızın içinden geçen şeyleri de görüyoruz. Çalışıp didinmek, sevdiklerini korumak, kendi hatalarına kızmak, yine de akşam olduğunda sofrada duran tencereye şükretmek. Hepimize çok tanıdık.
Yaşamak, büyük olayların arka planındaki küçük insanların romanı. Tarih kitaplarının satır aralarına sızabilen, bazen hiç sızamayan o küçük hayatların. Yu Hua bu küçük hayatların omzundaki yükleri bir bir sayarken ajitasyona düşmüyor. Gözyaşını ucuzlatmıyor. Bazı romanlar okuru zorla ağlatır, bazıları okurun boğazına tek bir cümleyle koca bir düğüm bırakır. Yaşamak ikinci gruptan. Sürpriz peşinde olmayan, şatafat sevmeyen, sade ama derin bir anlatımla şehir efsanelerine hiç bulaşmadan insana dokunan bir roman.
Bu dokunuşun gücü, karakterlerin gündelikliğinden geliyor. Kahramanımızın bir zamanlar elinin bol oluşu, bitmek bilmeyen bir savruklukla dünyayı harcaması, sonra bir sabah uyandığında her şeyin alt üst oluşunu izlemesi. Hata yapmanın bedelini yaşarken ödemek. Ve o bedeli öderken gece gündüz çalışmak. Kendi kurduğu hayali değil, hayatın önüne koyduğu gerçeği kabul etmek. Kibirli bir gençlikten sakin bir olgunluğa geçişin hikayesi bu. Hiçbir hızlandırılmış ders yok, hiçbir kestirme yol yok. Yıllar var, ter var, kayıplar var, kırılan kalpler var. En önemlisi de kalanların, yani yaşamaya devam edenlerin hikmeti var.
Romanın büyük başarısı, çok ağır kayıpları bile insanın katlanabileceği bir yalınlıkla anlatmasında. İnsanı en çok yoran şey, bazen acının kendisi değil, acıya eşlik eden gürültüdür. Yu Hua o gürültüyü susturuyor. Bize sessizliği dinletiyor. Bir annenin sabırla, bir babanın utançla, bir çocuğun safiyane merakla taşımaya çalıştığı hayatın ağırlığı geliyor sayfalara. O ağırlık ne yapılacağını bize öğretmiyor, ahkam kesmiyor. Yalnızca gösteriyor. Gözümüzün içine bakıyor gibi. Sonra usulca başını eğiyor. Okur o aralıkta nefes alıyor, kendi hayatını düşünüyor, belki mutfağa gidip bir bardak su içiyor, belki birine mesaj atıyor. Hayatın o anlık kesitleri bile romana sızıyor.
Yaşamak’ta ironi ince bir tül gibi duruyor. Ağlanacak hale gülmek değil bu, daha çok insanın kendine bakıp hafifçe gülümsemesi. Zamanında aklı havalarda gezen birinin yıllar sonra bir tarlanın kenarında, eli çatlamış, omzu çökmüş halde ama yüzünde tuhaf bir huzurla yaşadığı anları düşünmek gibi. O tuhaf huzurun içinde bir kabul var. Yenilgiyi değil, yürümeye devam etmeyi kabul etmek. İşte ironinin şefkatli tarafı burada devreye giriyor. Yıkılan hayallerin yerine konan küçük sevinçlerin değerini anlamak. Sıcak bir çorbanın kokusu. Akşamüstü rüzgarının perdesi. Bir evin içinde dönen küçük sesler. Kimi zaman kederle, kimi zaman gülümsemeyle karışık bir kabul.
Romanın topyekun bir cümlede anlatılacak hali şu: İnsan, yaşamayı sürdürebilmek için bazen her şeyini kaybeder, sonra o her şeyin yerine konamayacağını anlar, yine de yaşar. Bu cümlenin basitliği okuyucuyu yanıltmasın. Çünkü her şeyini kaybetmek kolay bir iş değil. Kaybettikçe tutunduklarının anlamı değişiyor. İnsan başta servetine tutunur, sonra ailesine, sonra tek tek isimlere, en sonunda da hayata tutunur. Yaşamak tam burada, tutunmanın giderek küçülen ama derinleşen halkalarında gezinir.
Yu Hua’nın dili, insanın konuşur gibi anlattığı cümleler kuruyor. Bir köy odasında, bir sokak başında, bir tarlanın kenarında duyabileceğimiz cümleler bunlar. Bu sadelik, romanın asıl gücü. Dilde yapılan süslemeler yok, kasti akrobasi yok. O yüzden okur romanı okurken kendini bir anlatının içinde değil, bir yaşamın içinde buluyor. Bazen hikaye anlatılırken yakınında çay kaynıyormuş gibi hissediyor insan. Bazen de pencere önünde yağmur dinler gibi. Bu hissin kendisi, romanın bittiğinde bile okurda uzun süre kalıyor.
Edebiyatın en büyük iddiası, insanı insana gösterebilme cesareti. Yaşamak tam olarak bunu yapıyor. Büyük bir ideolojinin, büyük bir kalkınma hamlesinin, büyük bir savaşın içinden geçerken büyük olan ne varsa kenara çekiliyor ve bize bir aileyi, bir adamı, bir kadını, bir çocuğu gösteriyor. Büyük sözlerin ardında kaybolan küçük nefesler bu romanda görünür hale geliyor. Hani bazen haberlerde duyduğumuz büyük başlıkların altında tek satırlık bir insan hikayesi olur ya, işte o tek satırı Yu Hua üç yüz sayfaya yayıyor ve bize diyor ki bak, burada bir ömür var.
Romanda aile, yalnızca kan bağıyla kurulu bir yapı değil. Aynı sofraya bakan gözlerin ortaklığı. Kederin paylaşıldıkça ağrısını hafifleten o garip düzen. Annenin sabrı, babanın mahcupluğu, çocukların masumiyetine bir şey olmasın diye verilen o telaşlı mücadele. Yaşamak, aileyi idealleştirmiyor. Kusurlarını, günahlarını, eksiklerini açıkça söylüyor. Ama bütün bunlara rağmen bir evin çatısı altında insanın nasıl nefes alabildiğini de gösteriyor. Kaybın ayak sesleri yaklaşırken bile günlük hayat devam ediyor. Sabah kalkılıyor, su taşınıyor, çorba kaynıyor, tarlaya gidiliyor, çarşıdan bir şeyler alınıp satılıyor. Roman bize ısrarla şunu hatırlatıyor. Yaşam bir tür ritim. Kayıp ve kazanç o ritmin vurulan iki ayrı davulu. Bizse aralarında yürüyerek günümüzü bir sonraki güne bağlıyoruz.
Yu Hua’nın metni, toplumsal dönüşümlerin bireyin hayatına nasıl sızdığını, nasıl bazen onu ezdiğini, bazen ona yeni bir kapı araladığını sakince gösteriyor. Ne bir manifesto var ne de bezdirici bir didaktizm. Olanı olduğu gibi anlatma çabası var. Birine bir şey öğretmek için değil, insanların başına gelenleri tek tek toparlamak, anlamaya çalışmak için kurulmuş cümleler. Bu tavır okurun zihninde bir güven duygusu yaratıyor. Yazarın parmağı metnin üstünde görünmüyor. O görünmezlik sayesinde okur, hikayenin içinde kendisine ait alanlar buluyor. Kendi kayıplarını, kendi hatalarını, kendi küçük sevinçlerini getirip bu romanın boşluklarına yerleştiriyor.
Kitabın adı bugünleri düşününce daha da anlam kazanıyor. Yaşamak kelimesi bir hedef değil, bir eylem. Kendini sürekli kılan bir hareket. Birileri bu eylemi yalnızca nefes almak, yalnızca hayatta kalmak olarak anlar. Fakat Yu Hua’nın anlattığı yaşamak, yalnızca hayatta kalmak değil. Onurla, kabulle, mahcubiyetle, şefkatle, paylaşarak ve bazen susarak sürdürülen bir eylem. Dışarıdan bakınca yoksulluğun tek bir rengini görürsünüz. Yakından baktığınızda o yoksulluğun içinde küçük sevinçlerin nasıl filizlendiğini görürsünüz. Bir tas sıcak yemeğin kokusu, yeni doğmuş bir bebeğin horultusu, akşamüstü gölgesinin duvara vurduğu çizgi. Bunlar büyük mutluluklar değil ama hayatın asıl direkleri. Roman bu direklerin değerini usul usul anlatıyor.
Yaşamak’ı okurken Anadolu’nun köylerinden, kasabalarından, kenar mahallelerinden geçen hikayelerin de zihnimize üşüştüğünü fark ediyoruz. Bir dedenin torununa anlattığı anılar. Bir ninenin yaz boyu soldurmadığı sardunyalar. Kasabada olup bitenlerin içindeki küçük ama anlamlı dayanışmalar. Roman bize coğrafyanın farklılığına rağmen insan denen varlığın dertlerinin birbirine ne kadar benzediğini hatırlatıyor. Bu yüzden Yaşamak bizim evimize çok yakın bir hikaye gibi geliyor. Çin’i bilmesek de, tarihin o dönemeçlerini ezbere sayamasak da bu romanı okurken kendimizi hiç yabancı hissetmiyoruz. Çünkü acının dili ortak, umut dediğimiz şey zaten bütün dünya için benzer şekillerde yeşeriyor.
Edebiyatın bir diğer gücü, okuru davranışlarına ve alışkanlıklarına dair küçük bir muhasebeye çağırmasıdır. Yaşamak bunu sarsmadan yapıyor. Okur, kahramanının eski savrukluğu yüzünden başına gelenleri gördükçe kibri üzerine düşünüyor. Tutumlulukla cimriliğin farkını, cömertlikle gösterişin farkını, sevmekle sahip olmak arasındaki çizgiyi ayırt ediyor. Roman, ders vermiyor dedim ama okurun kendi kendine ders çıkarmasına zemin hazırlıyor. Bu zeminin üzerinde okur, hayatına bakıp bazı taşları yerine koyuyor. Zaten iyi romanlar insanın hayatına hamle yapmaz, insana kendisiyle baş başa kalabileceği alanlar açar.
Yaşamak’ın duygu yükü çok yüksek. Bu yük bazen okuru yorabilir. Fakat yazar bizi sürekli bir karanlığın içine kilitlemiyor. Bir pencere bırakıyor. O pencereden içeri süzülen ışık, bazen bir çocuğun gülüşü, bazen bir kış günü pişen mısır ekmeğinin kokusu, bazen de iki insanın göz göze bakışındaki güven. Bu küçük ışıklar romanın en kıymetli yanı. Çünkü okur, o ışıkları kendi hayatında da bir yerlere yerleştirebiliyor. Pek çok kişinin Yaşamak’ı bitirdikten sonra uzun süre sessiz kalmasının sebebi bu. Kitap bittiğinde romanın cümleleri değil, hayatın kendisi konuşmaya devam ediyor.
Peki Yaşamak’ı özel kılan ne? Hem çok yerel hem çok evrensel olması. Yerel çünkü anlatılan hayatın ritmi, o coğrafyanın yemekleri, alışkanlıkları, işleyişi var. Evrensel çünkü ekmeğin karnı doyurması, suyun susuzluğu gidermesi, sevginin insana güç vermesi dünyada nerede olursak olalım aynı. Yazarın cümleleri kendini öne atmıyor. Hatta çoğu kez geri çekiliyor. Okur, yazarın gölgesini fark etmeden sahnenin önünde karakterlerle birlikte duruyor. Roman sanatının en zarif başarısı bu bence. Yazar görünmez, hikaye görünür.
Bu romandan sonra hayatta kalmak ile yaşamak arasındaki ince fark daha netleşiyor. Hayatta kalmak zorunlu, yaşamak seçim. Zorunluluklar insanı sürükler, seçimler insanı insan yapar. Kahramanımız, başına gelenleri kabul ederek, kabullenmenin içindeki direnci keşfederek yaşamayı seçiyor. Bu seçim romantik bir kahramanlık değil. Çalışmak, sabretmek, durmaksızın denemek ve her şeye rağmen akşam olduğunda evin ışığını yakmak. Küçük bir odadaki o sarı ışık, bazen koca bir şehrin ışıklarına bedel oluyor. Roman bunu söylüyor. Fısıltıyla söylüyor ama çok net söylüyor.
Okur olarak belki de en çok şunu seviyoruz bu kitapta. İnsan, başına gelen her şeyin nedeni olmak zorunda değil ama her şeyin sonucuyla yaşamak zorunda. Zorunda demek yetmiyor. O sonucun içinden yeni bir anlam çıkarabilirse, zorunluluk bir tür olgunluğa dönüşüyor. Yaşamak’ta bu olgunluğun bedeli ağır. Kayıplar, hatalar, ihmaller, çaresizlikler. Yine de roman kimseyi mahkeme salonuna çağırmıyor. Kimin haklı kimin haksız olduğunu tartışmak yerine, olanın içinde onurlu bir duruşun mümkün olup olmadığını soruyor. Cevabı da romanın en sonunda değil, her sayfasının kenarında usul usul veriyor. Mümkün.
Bir eserin kalıcılığı, okurunu yeni sorular sormaya ikna etmesiyle ölçülebilir. Yaşamak bittiğinde şu sorular kalıyor elde. Ben neyimi kaybetsem yine de yaşarım. En zor günümde bana güç veren küçük şeyler neler. Evim dediğim yerin asıl direği ne. Kime omuz verdim, kim bana omuz verdi. Kendi savrukluğumun bedelini kime ödetmeye kalktım. Ve en önemlisi, her şeye rağmen nasıl bir insan olmak istiyorum. Bu soruların cevapları herkes için başka. Romanın güzelliği, tek bir cevabı dayatmamasında.
Yu Hua’nın metninde bir de anlatılmayanların gücü var. Bazı sahneler çok kısa, bazı cümleler yarım kalmış gibi. Okur orayı kendi hayatından malzemeyle tamamlıyor. O boşluklar çok kıymetli. Edebiyatta her şeyi söylemek bazen söyleneni küçültür. Yu Hua bunu biliyor. Fakat suskunluklarını duymazdan gelmiyor, susarken bile okurla göz teması kuruyor. Bu göz teması, romanın okurla kurduğu bağın asıl nedeni. Edebiyatın güvenirliği burada başlıyor. Okur, kendisine saygı duyulduğunu hissediyor. Kendi aklının, kalbinin, hafızasının ciddiye alındığını anlıyor.
Yaşamak, bazı okurlar için yorucu gelebilir. Kayıpların ardı ardına gelişi, insanın sinir sistemine yük bindirir. Fakat romanın ısrarı, bizi karanlıkta bırakmak değil. Karanlığın içinden yürüyen insanın yüzündeki ışığı göstermek. Bunu gösterirken hiç süslemiyor. Bu tavır, Anadolu insanının hikaye dinleme biçimiyle de örtüşüyor. Bizde de büyük sözlerden çok, sobanın yanındaki küçük hikayeler sevilir. İnsan, ekmek parası için çıktığı sabahın ayazını, akşam eve dönerken ayakkabısının içine giren kumları anlatır. O kum taneleri, koca bir yaşamın özeti olur. Yaşamak tam da böyle cümleler kuruyor.
Şimdi gelelim bu romanın okurda bıraktığı duygusal izlere. Birincisi mahcubiyet. İnsan, okurken sık sık “kimbilir ben de hangi savruklukta kimleri yordum” diye düşünüyor. İkincisi şükran. En sıradan akşamların bile kıymeti gözümüzün önünde büyüyor. Üçüncüsü kararlılık. Hayatın sillesini yemiş birinin ayağa kalkışını gördükçe kendi hayatımızda yapmamız gereken küçük iyileştirmeler akla geliyor. Dördüncüsü merhamet. Başkasının yükünü yargılamadan anlamaya çalışma isteği güçleniyor. Edebiyat açısından baktığımızda ise dilin yalınlığının nasıl derin bir etki yaratabileceğini bir kez daha görüyoruz.
Yaşamak’ı kütüphaneye bırakıp kapağını okşadığınızda içinizde tuhaf bir sükunet kalıyor. Belki mutlu değil, belki rahat değil ama sahici bir sükunet. O sükunetin içinde şunu fısıldayan bir ses var. Bugün de yaşadık, yarın da yaşarız. Kayıplar oldu, olur. Kazançlar oldu, olur. Biz yine sabah kalkarız, suyu ısıtırız, çayı demleriz, ekmeği böleriz, varsa yanına biraz zeytin koyarız, evin penceresini açarız. Güneş doğarsa iyi, doğmazsa lamba var. İnsan dediğin böyledir. İnatla ve bazen gülümseyerek yaşar.
Okura bir öneri. Yaşamak’ı elinize aldığınızda yanında bir de sessizlik alın. Telefonu kenara bırakın, kapıyı hafifçe çekin. Gündelik sesler size eşlik etsin. Tencereden bir fokurtu, dışarıdan bir çocuk sesi, komşunun kapı zili. Romanın ritmi bu seslerle daha uyumlu akacak. Çünkü anlatılan şey, büyük salonlarda alkışla okunan bir destan değil. Mutfağın köşesinde buharı tüten bir çorbanın yanında dinlenen bir hikaye. Sayfalar ilerledikçe kimi satırlarda gözleriniz dolabilir, kimi satırlarda içinizden hafifçe gülmek gelebilir. İkisini de tutmayın. Gözyaşı da gülüş de insanın içini temizler. Temizlendikçe yaşamak kolaylaşır.
Son bir şey daha. Yaşamak, okurun hayatındaki küçük alışkanlıkları bile değiştiriyor. Belki markete gittiğinizde ekmeği daha dikkatli seçiyorsunuz. Belki sabah işe giderken birine yol veriyorsunuz. Belki akşam sofrada fazladan bir lokmayı bir başkasıyla paylaşmayı düşünüyorsunuz. Romanlar dünyayı bir anda kurtarmaz ama insanın içindeki teraziyi ince ince ayarlar. O terazinin kefesine bugün bir merhamet koyarsınız, yarın bir kararlılık, öbür gün bir mahcubiyet. Zamanla o kefenin ağırlığı değişir. Yaşamak o kefeye küçük ama kalıcı taşlar koyan bir roman.
Kitabı kapadıktan sonra kendimize şu cümleyi söylemek iyi geliyor. Yaşamak kolay değil ama imkansız da değil. İnsanın başına gelenlerin toplamı değiliz sadece. Verdiğimiz kararların, taşıdığımız sabrın, paylaştığımız ekmeğin, tuttuğumuz elin toplamıyız. Yu Hua’nın romanı bu toplamı görmemiz için bize geniş bir ayna tutuyor. Aynanın karşısında uzun uzun duruyoruz. Kendi yüzümüzde başkalarının yüzlerini, kendi sesimizde başkalarının nefesini duyuyoruz. Bu yüzden Yaşamak yalnızca bir roman değil, insanın kendine dönüp baktığı bir durak.
Eğer bir gün evinizin içinde sessiz bir öğleden sonra yakalarsanız, bu romanı açın. Ses etmeden okuyun. Bazı cümlelerin altını çizmeyin bile. Bırakın akıp gitsin. Çünkü bu hikaye kendini zorlamadan anlatıyor. Zorlamadan anlattığı için daha derin yerlerde iz bırakıyor. Bir gün yıllar geçince bir tarlanın kenarından geçerken, bir çocuk kıkırdadığında, bir annenin elindeki tencerenin kapağı tıngırdadığında, Yaşamak’ın bir cümlesi kulağınıza fısıldanacak. O cümleyi duyduğunuzda anlayacaksınız. Edebiyat, insanın hafızasına yerleştirdiği küçük bir şarkı gibi. Bir daha hiç susmuyor.
Yaşamak’ı henüz okumadıysanız, bu bir davet. Okuduysanız, bu bir hatırlatma. Hayatın yükü bazen ağır. Bazen çok ağır. Ama insan dediğin, öğle güneşinin altında gölgesini kısaltır, akşamüstü uzayan gölgesine bakıp nefes alır ve yürümeye devam eder. Adımlarımızın sesi bazen zeminde bazen kalbimizde yankılanır. O ses ne kadar yavaşlasa da duyulur. İşte o sesin adı bu romanda tek kelimeyle söyleniyor. Yaşamak.