Sokakta Büyüyen Gölge

Biliyor musun, bazen şehrin üstüne çöken o alacakaranlığı, yeni yağan yağmurun kokusu sanıyoruz. Oysa burnumuza gelen başka bir şey. Bir anlaşmanın sert nefesi, bir sus payının kıkırdaması, bir bakışın arkasına gizlenmiş tehdit. Hepimiz farkındayız ama adı konulunca birden herkesin dili tutuluyor. Sanki sihirli bir kelime var ve onu söylersek, kapının zili ansızın çalacak, o sözcüğün sahibi içeri dalıp cam sehpanın üzerine paslı bir defter bırakacak. Evet, adına mafya diyorlar. Çoğalıyorlar. Mantar misali değil, mantardan daha sabırlı, daha örgütlü, daha romantik bir yalanın içinde büyüyorlar. Bir aşk hikayesi kadar çekici gösterilen hızla, bir bataklık kadar yapışkan bir ilişki biçimiyle.

Seni bilmem ama benim çocukluğumda “güçlü” denince akla apartmanın en iri abisi gelirdi. Şimdi güç, bir ringdeki yumruktan ziyade bir telefonun sessiz modunda saklı. Birine bir tek cümle atıyorlar, o cümle kendine polis kılığına giriyor, zabıta kokusu alıyor, vergi memuru gibi yokluyor, sonunda da bir kahve fincanının altına sıkıştırıldığı halde masadaki herkes tarafından görülmeden okunabiliyor. Herkes biliyor, kimse görmüyor. Böyle bir kabiliyeti kıskanmamak elde değil. Kıskanıyoruz da, sonra içimizdeki usul usul yetişen yasaya bağlı taraf sesini çıkarıyor. Ama o ses daima kısık. Kısık sesi çoğu zaman gürültü bastırır. Biz de gürültünün adını başka koyuyoruz. Kimi buna düzen diyor, kimi racon. Kimi de kader.

Mafyalığın çoğalması bazen istatistiklerde, bazen dizi müziklerinde büyüyor. Bir yanda mahkeme tutanaklarında çoğalan satırlar, öte yanda parıltılı prodüksiyonlar. Gençlere bir el hareketinin nasıl karizma olduğunun dersi veriliyor, avluda top koşturmaktan yorulan çocuklar bile sosyal medyada tespih koleksiyonlarının gölgesi altında uykuya dalıyor. Sonra sen ve ben, akşam oturmasında ayakkabının topuğuna sinen kentsel korkuyu konuşuyoruz. Mahalle bakkalının kepengini erken indirişini, köşe başındaki bir dükkana haraç bıraktırıldığı söylentisini, kimsenin doğrulamadığı ama herkesin bildiği bir dedikoduyu. Bir dedikodu, bir süre sonra toplumsal yasaya dönüşüyor. Kimse ses etmeyince de kalıyor.

Sokaklar çoğu zaman suçun değil, susuşun haritasını çıkarır. Bir kavşakta kimin durup beklediğini, kimin ters yönden gelip korna çala çala yol aldığını görebilirsin. Bu küçük şiddet jestleri, büyüyünce başka bir forma bürünüyor. Tırnak içi jest diyorum ama aslında haksız cesaretin ta kendisi. Bir sitede güvenlik görevlisi bir arabayı içeri almak için telefona beklerken arkadaki araç farlarını kırpıyor. Farlar sadece göz kırpmıyor. O farlar “Benim arkamda kim var, bilir misin” diyor. Sonra bu cümlenin nüsha nüsha dağıtıldığı bir şehirde, adil sıra beklemek bile lüks oluyor. Mafyalık böyle çoğalıyor işte. Sapasağlam bir kuralı, küçük ayrıcalıklarla kemire kemire.

Biz buradayız, doğru. Ama çoğu zaman başka türkü dinliyormuş gibi yapıyoruz. İstisnasız herkesin tanıdığı şu esnafı düşün. Senin dükkandan bir simit çalınsa kızarsın, ama başkası gelip “abicim, bu ay şöyle yapalım” deyince susarsın. Susmak bir anlaşmaya dönüşür, anlaşma bir hatır-ağır ilişkisine, o da yavaşça bir vergi türüne. Devletin defterinde karşılığı olmayan, ama defterin üstünde yazılı olmayan bir sayfanın, görünmez bir kalemle tahsil ettiği vergi. Bu vergiyi kim ödüyor? Esnaf, sonra müşteri, sonra bu şehrin hevesleri. Bir çocuğun dondurma parası belki. Bir öğrencinin harçlığından kısılmış bir defter. Bir annenin ayırdığı mutfak.

Mafyalık bir tehdit diliyse, o dilin sözlüğü de hepimizin evinde. “Abi, hallederiz.” “Bizde söz namustur.” “Kesin bir yere çarpar bu.” “Bizden haber bekle.” Bu cümlelerin hiçbirinde doğrudan suç yok, hepsi sıcak, hepsi güven veriyor gibi. Ama esas mesele şu, güveni veren şey yasallık değil, kişiye ait itibar. İtibarın kaynağı ise çoğu zaman şeffaf değil. Şeffaf olmayınca da güç büyüyor, büyüdükçe görünmez kalıyor.

Bir de romantik kabadayılık var. Eski filmlerden bize miras kalan bir boyun eğiş, bir tür modern türkü. “Mahalleyi koruyan delikanlı” miti. Oysa her delikanlı, mahallesini korumak ister. Gündüz yaşlı kadının poşetini taşır, gece yanlış yola sapmamak için kendini tutar. Hikayeye bakınca delikanlılık güzel, o yüzden mafya bu mitin üstüne kendi gölgesini seriyor. Sanki mahallenin adaleti ile örgütlü suç aynı çizgide buluşuyormuş gibi… Aradaki farkı bilmezsek gölge büyüdükçe büyür. Bir bakmışsın, komşuluk hukuku yerini racona bırakmış. O zaman komşunun kırılan camının faturası da başka bir hesap defterine yazılıyor.

Çoğalma meselesinde ekonomiyi konuşmadan yürümek de olmaz. İş yoksa sabır da zor. Kolay paranın vitrini büyük, kolay hayranlığın sesi yüksek. Bir gece kulübünde hızlı para gören genç, sabah erken kalkıp kuryelik yapmaktan daha çekici buluyor gölgeli işleri. Haklı mı haksız mı tartışmasına girmeyelim, çünkü vicdanı terazide tartmak kolay ama karnı tok tutmak zor. Mesele, o gencin önüne koyduğumuz masada kaç sandalye olduğu. Sandalyeler azsa, ayakta kalanların sırtına kimlerin dokunduğu. İşte o dokunuş, bazen şefkat gibi gelir, sonra avuç açılır ve karşılığında başka bir avuç ister. Avuçlar kavuşur ve bir anlaşma yapılır, adına reşit olmayan bir bağlılık denir. Bağımlılık da denebilir. Fark etmez. Sonuçta gençliğin avuç içi çizgilerine yeni bir kader yazılır.

Şehirler büyüyünce, boşluklar da büyür. Boşluk kadar merdiven altı adalet artar. Birinin borcunu tahsil etmek istiyorsan hukuka başvurmak zaman alır; kötü niyetli birine güvenmek ise an meselesi. İnsanlar hızla yaşamak istedikçe hızlı çözümlere yönelir. Hızlı çözüm, hızlı tehdit demektir. Mafyaların çoğalması, bu hızın içinde saklı bir ödül gibi gösterilir. Oysa ödül değil, peşin çekilmiş ceza. Ceza, günün birinde faiziyle geri dönünce anlarız ki, rızası olmayan her adalet, ahir zamanda sahibini bulur. Fakat o zaman iş işten geçmiş olur. Geriye, “Keşke susmasaydım” cümlesi kalır.

Sokakların isimsiz köşelerinde bir sürü mikro mafyalaşma görüyorum. Mikro diyorum, çünkü hap gibi, yutması kolay. Site yönetiminde aidatı geciktirene yapılan üstten bakış, okulun önündeki kantinci ile boy gösteren büyük ağabeyin şakacı tokadı, spor kulübünün seçmelerinde el altından iltimas, pazarda tezgah açma sırası. Hepsi küçük gibi. Hepsi masum bir jest, ufak bir ikram ya da mecburiyet şakası. Ama bu minik taşları yan yana dizince nasıl bir duvar çıktığını görüyorsun. Duvarın üstünde dikenli tel yok belki ama tel gibi gerilen bir cümle var: “Böyle gelmiş böyle gider.” Gider mi gerçekten. Yoksa böyle geldi diye böyle gidiyormuş gibi mi yapıyoruz.

İroniyle söylemek gerekirse, bazen bir şehrin en güvenli sokağı, en çok tehdit barındıran sokak olabiliyor. Çünkü herkes anlaşmış gibi susuyor. Herkes aynı kahvehanede oturup aynı maçı izliyor ama gol olduğunda sevinçler bile kontrollü. Şaka gibi bir his. Bir kahkaha atsan yanlış anlaşılır, bir şey söylesen üstüne alınan çıkar. Böyle bir zeminde sıradan cesaret bile kahramanlık gibi görünebilir. İyileşmenin yolu da belki buradan geçiyor. Sıradan cesaret. Kapıdaki gence “Kardeşim, kimseye mesaj atmana gerek yok, komşuları rahatsız ediyorsun” demek. Esnafa “Benden habersiz kimse benden para isteyemez” diyebilmek. Sendeki cesaret, bende umut yapıyor. Bende umut oldukça, bizde söz kazanıyor.

Bir de medyanın parıltısı var. Mafya, bir kültür ürünü gibi tüketildiğinde sevimli bir maskeye dönüşüyor. Logolu tespihler, parıltılı yüzükler, ağır çekim bakışlar, dumanı ağır sigaralar. Uğursuz bir şıklık. Bütün bunlar gençlere biçim sunuyor ama içerik sunmuyor. İçeriksiz biçim, derinliksiz itibar demek. Baktığında herkes hafif öne eğilmiş, parmak boğumları üzerinde yürüyen karizma peşinde. Hakikaten çekici, kim inkar edebilir. Ama çekici olan her şey iyi değil. Bir şeyi çekici yapan görüntüsünden önce işlevi. İşlevi ne peki. Şiddetin işlevini yüceltmek mi. Yapma. Sokağın ruhu böyle kalabalık bir alkışı kaldıramaz.

Bir gün oto sanayide bir usta anlatmıştı, çıraklarından biri bir akşam üstü telefonu açmış ve sanki ülkenin yarısını tanıyormuş gibi konuşmaya başlamış. Ustanın sözü şu: “En tehlikeli telefonlar, ekranı parlak ama rehberi karanlık olanlar.” O cümle, uzun süre aklımda kaldı. Rehberin karanlık olması, bir sürü numaranın arkasında nedenlerin, sonuçların, borçların, medet ummaların saklı olması demek. Bugün o çocuğa işini çabucak çözen biri, yarın o çocuktan çabucak bir şey isteyebilir. İsteyince, o çocuk yaptığı her ustalığı bir anda çöpe atmış sayılır. Çünkü en değerli zanaat bile bir anda emir erliğine indirgenir.

Peki hiç mi çare yok. Var elbette, ama çare denince akla devasa projeler geliyor hemen. Hıza alıştığımız için çareyi de hızlı istiyoruz. Oysa bazen küçük ve sistematik adımlar, büyük ve parıldayan sözlerden daha kıymetli. Birincisi, adaletin gündelik hayatta görünür olması. Yani bir iş yapıldığında, süreçlerin şeffaf, öngörülebilir ve erişilebilir olması. İnsanların hak aramak için kapı kapı dolaşırken yenilmemesi. İkincisi, gençlere düzgün ve gurur duyacakları geçim yollarının sunulması. Stajın sömürülmediği, emeğin kıymet gördüğü, meslek liselerinin, atölyelerin ışığının sönmediği bir düzen. Üçüncüsü, mahalle ölçeğinde dayanışma ağlarının güçlenmesi. Dernek demiyorum sadece. Bir apartmanda “komşu dayanışması” adıyla kurulan küçük fonların, gece toplanıp sokak aydınlatmalarını değerlendiren gönüllülerin, haftada bir birlikte yürüyüş yapan insanların, çocukları birlikte parka götüren ailelerin. Çünkü bir aradayken tehdit dağılır, bir arada olmadığında gölge büyür.

Dördüncüsü, polisiye aklın şeffaflığı. Şeffaflık, güveni büyütür. İnsanlar şikayet ettiklerinde sonuç aldıklarını görürse, yasa dışının sahte şefkatine muhtaç kalmazlar. Beşincisi, şehir planlamasında öngörü. Dönüşüm denen büyük lafta değil, küçük kaldırımda saklıdır çoğu zaman güvende hissetmek. Karanlık sokaklar aydınlatılır, kör noktalara kameralar değil, insan gözünün bakacağı pencereler koyulur. Köşe başlarında kahve yerine kütüphane, duvar dibinde kuşkulu fısıltılar yerine atölyeden yükselen marangoz gürültüsü olur. Gürültü çok mu. Olsun. Çekiç sesi, “Abi konuşalım” diyen fısıltıdan daha sağlıklıdır.

Sözün burasında ben de içimi dökmek istiyorum. Kendi minik direnişlerimi düşünüyorum. Trafikte sıram geldiğinde gaza basmayıp bir başkasına yol verdiğimde, o kişi elini kaldırıp teşekkür etti ya, inanın içimde bir şey düzeliyor. Küçücük şeyler bunlar, evet. Ama büyük karanlık bazen küçük ışıklarla geri çekilir. O küçük ışıklar çoğaldıkça karanlığın gölgesi kendini zaten büyütmekten vazgeçer. Bir gün bakkal rafında fiyat etiketi oynandığında, kasada açıklamasını sorup geçiyorsam, bu da bir hatırlatma. Çünkü belirsizlik mafyanın tahammül edemediği tek şeydir. Onlar belirsizliği sever, ama belirsiz kalmalı ki güçlü görünsün. Biz belirsizliğe sorularla yaklaşınca denge bozulur.

Bir başka akşam, mahallede bir kadının pazardan dönerken poşetleri ağır gelmişti. Yanında iki genç yürüyordu. Biri telefonu kulağına dayamış, öteki kaldırımla aynı boyda adımlar atıyordu. Kadın başını kaldırıp “Oğlum, yardımcı olur musun” dedi. Telefon kulağındaki genç, hiç tereddüt etmeden poşeti aldı. Bunu niye anlatıyorum. Çünkü yardım etmek de bir ilişki biçimi. Yardımın yanında talep yoksa, racon yoksa, devran beklenmiyorsa, orada insanlık başlıyor. İnsan olan yerde de mafyanın romantizmi sönüyor. Romantizm değil, gerçek dayanışma. Bizim mesele bu.

Mafya çoğalıyor, evet. Ama nasıl çoğaldığını anlatırsak, nasıl azalacağını da görürüz. Korku, en verimli gübredir onlar için. Biz korkuyu sadece evimizin kapısında yaşarsak, sokakta güvenle yürümeyi unutursak, marketten dönerken yolumuzu uzatırsak, gece vakti taksiciye “Ana caddeden git” demeye utanırsak, işte o zaman bu gübre toprağı çok besler. Biz gübreyi kurutacak güneş değil miyiz. Güneş olmak kolay değildir, bilirim. Güneşin derdi çoktur. Ama yine de sabah olur, güneş gelir. Güneş gelince mantar değil, çiçek açar. Çiçeğin gölgesi de güzeldir. Çiçek açan şehirde kabadayılığın tonu düşer.

Çoğalmanın sosyolojisi kadar psikolojisi de var. İnsanlar kendi öfkelerini bir yerde tutmak ister. Haksızlığa uğramışsa, elleri titriyorsa, bu titremeyi birine yahut bir şeye emanet etmek ister. Bazısı terapi bulur, bazısı ibadet, bazısı sanat, bazısı arkadaş sohbeti. Bazısı da hızlı cevaplar. Hızlı cevap satan türlerin rafı boş kalmaz. Biz o rafın karşısında bekleyip, kendi içimizdeki sabrı artırırsak, bu sabır şehrin duvarlarına da yazılır. Sabır derken susmayı kastetmiyorum. Sabır, bilinçli bekleyiştir. Hakkını aramanın usulünü bilmek, hukukun yollarını öğrenmek, komşunla konuşmak, esnafla konuşmak, muhtara uğramak. Kapı çalmayı öğrenmek. Çalınca da cevap gelmedi mi, tekrar çalmak. Üçüncüde ısrarı bırakıp başka kapıya yönelmek. Yani usul.

Bir okulun bahçesinde, veliler arasında yaşanan küçük bir tartışmada gördüm. Bir veli, diğerine bağırdı. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun.” Bu cümle, o an her şeyi anlatıyor. Benim kim olduğum, bazen bir job title, bazen bir akraba, bazen bir ahbap. Oysa en büyük kimlik, kural karşısında sıradan olmaktır. Ne eksik, ne fazla. Zor gelir bize sıradan olmak. O yüzden sıra dışılığı yanlış yerden seçer, “Tanıdıklarım var” diyerek büyürüz. Böyle büyüyünce de mafya romantizmi içeri süzülür. Çünkü orada kimlik dediğin şey, hep bir ilişki ağına yaslanır. İlişki ağının düğümleri ne kadar kalınsa, başkalarının boğazına o kadar dolanır. O düğümleri inceltmek gerek. İnceltmek için de herkesin biraz kibar olmayı, biraz geri çekilmeyi, biraz da özür dilemeyi öğrenmesi gerek. Özür dileyebilen bir toplumun mafyası uzun boylu yaşayamaz.

“Peki devlet nerede” diye soracaksın. Devlet, bazen ağırdan alır. Ağırdan almak bazen mecburidir, çünkü adalet aceleyle yürürse ayağı taşa takılır. Ama ağırdan almakla durmak arasında fark var. Biz vatandaş olarak o farkı gözetmek zorundayız. Şikayet yollarını zorlamak, basit görünen küçük suçları ciddiye almak, bu konuda hukukçularla konuşmak, mahalle meclislerine katılmak, belediyenin duyurularını takip etmek. Kısacası, devlet denen büyük organizmayı sadece bir yeriyle değil, tüm kaslarıyla çalıştırmak için itmek. İtince yürür. İtmek demek, herkes üzerine düşeni yapar demek. Öğretmen sınıfta ne yapar, doktor hastanede ne yapar, zabıta pazarda ne yapar, imam kürsüde ne söyler, gazeteci haberi nasıl verir, influencer bir cümleyi nasıl kurar. Seçilen kelimeler, seçilen duruş, her biri bir çarktır.

Gelelim mizaha. Mizahtan vazgeçmeyelim. Mizah, ağzımıza bal çalan kötülüğün üstünden sel gibi geçen en güzel dildir. Ama gülmemiz gereken şeyleri doğru seçelim. Birinin korkusuna gülmek değil, korkunun boşluğuna gülmek. Kabadayılığın tam ortasındaki sefilliği görmek. Yeni yetme bir çocuğun, cebine sığmayan tespihini beğenmeyip daha parıltılı olanını istemesine gülmek, ama gözlerinde sevgiye aç kalmış o kör kuyuyu da fark etmek. Gülmekle görmek yan yana gidince iyilik çoğalır. Gülmek, iğne gibi batıp çıkar, iltihabı alır.

Bir de dilimizdeki küçük polisler var. Bazen kelimeler bizim olmadan önce üstümüze bir üniforma giydirir. “Adam gibi adam”, “kadın kısmı”, “çocuk aklı”. Bu yasaların hepsi racon yasasına su taşır. Dillere dikkat ettikçe, hüküm cümlelerimizi yumuşatırız. Yumuşayınca da kaba kuvvetin şıkkı azalır. Mafyanın çoğalması, dilin sertleşmesiyle kardeştir. Sert dili çözüp yerine merhametli ama net bir dil koyarsak, bu kez sözün adaleti yüzeye çıkar.

Küçük bir hikaye daha. Bir berber tanıyorum, haftanın iki günü saat beşte dükkandaki ışıkları yakıyor, kapıyı açık bırakıyor, kahveyi tazeliyor. O saatlerde dükkana sadece iki müşteri gelir. Biri yıllardır iş arayan bir genç, diğeri yaşını saklayan bir emekli. Berber, ikisine de sıra beklettirmez. Emekliye sakal tıraşı, gence gönül tıraşı yapar. Gencin saçına şekil vermez, sözlerine şekil verir. Der ki, “Bak kardeşim, kolay para bazen cezalı sınav gibidir, kazanırsın diye girersin, kazanırsın ama sonuçta da ağına düşersin.” Bu cümle, belki de o gencin bir telefonu açıp hayatını başka yöne sokmasını engeller. Engellerse, gölge biraz küçülür. Her küçük küçülme, büyük küçülmeye yol yapar.

İtiraf edeyim, bazen ben de korkarım. Yalan yok. Korkuyu insanlıktan sayarım. Ama korkuya rağmen yürüyorsak, işte orada bir dönüşüm başlar. Korkunun bizi yönettiği yerde örgütlü kötülük büyür. Bizim korkumuzun içine bilgi, hukuk, dayanışma dökersek, korku bir cezve gibi taşar ve altındaki ateşi söndürür. Ateş sönünce de duman kaçar. Duman kaçınca da gözümüz daha net görür. Gözü net görmek, doğru ismi doğru yerden çağırmak demek. “Bu yaptığınız suç, bu söylediğiniz tehdit, bu talep haksız.” Cümle basit. Ama basit cümlelerin ağırlığı çok olur.

Bir hayalim var. Mahalle bakkalının camında kocaman bir yazı: “Burada kimse komşunun hakkını yiyemez.” İronik gibi gelebilir ama çok ciddi. Yanına da küçük bir QR kod. Kodun arkasında mahallenin adalet rehberi. Şikayet için numaralar, belediye hatları, hukuki destek veren gönüllülerin listesi, esnaf dayanışma sözleşmesi. Bazen bir kağıt, büyük korkuları dağıtır. “Bakarız” demekten “yaparız”a geçişin en güzel örneği olur. Yapanlar biziz. Ne çok şey bekliyoruz birilerinden. Oysa birileri, binlerine dönüşünce, isimleri değişse de niyetleri tanıdık bir gölge gibi dolaşır. Biz, birilerinin çoğalmasına karşı binlerce küçük iyi niyetle çoğalalım. İyi niyet tek başına yetmez, biliyorum. O yüzden iyi niyetin yanına yöntem koymak, usul koymak, hukuk koymak. Masanın sağ ayağı iyi niyet, sol ayağı yöntem. Öndeki ayağı merhamet, arkadaki ayağı adalet. Dört ayak sağlam durursa, masa sallanmaz.

Bir gün sokakta, çocuklar oyun oynarken birinin dudağı patladı. Oyunu bıraktılar, biri koşup buzlu su getirdi, diğeri mendil tuttu, bir diğeri oyunun yeni kuralını koydu. Kural şu: Sert oynayan bir kere kenarda bekler. Ne oldu. Küçücük bir topluluk, adaletini kurdu. Bunu görürken gözlerim doldu. Demek ki en basit yerden bile başlayabiliyor düzen. Çocuklar bile çözüm üretiyor. Biz yetişkinler neden yetişemiyoruz bazen. Yetişmek için önce yavaşlamak gerekiyor belki. Bir lafın sonuna nokta koymayı öğrenmek, araya noktalı virgül sıkıştırmak yerine, susup dinlemek, sonra konuşmak.

Bazen bana “Bu yazdıklarının ne faydası var” diyorlar. Belki yok. Belki bu yazı, sadece bir pazar sabahına iyi gitti, yanında demli bir çayın buharını aldı. Ama bazen bir kelime birinin zihninde kalır, o kelime bir cümleye dönüşür, cümle bir davranışa, davranış bir alışkanlığa, alışkanlık bir kültüre. Kültür değişince gölgeler yer değiştirir. İşte niyetim bu. Gölgeleri yer değiştirmek. Gölgeye bakınca güneşi hatırlamak. Güneşi hatırlayınca da içimize su dolması.

Son olarak şunu söylemek isterim. Mafyaların çoğalması, bizim hayatlarımızın kenarına yazılmış bir not gibi dursa da, o kenarı genişletmek bizim elimizde. Kenarı genişlettikçe metin rahatlar. Rahatlayan metinde hata payı azalır. Hata payı azalınca da yalan sayfadan düşer. Yalan düşerse, hakikat kendine yer bulur. Hakikatin ışığı, belki bir apartman boşluğundaki loş merdiven lambası kadar sönük başlar. Ama biri çıkar, o lambanın ampulünü değiştirir. Sonra bir başkası ikinci katınkini. Üçüncüye sen, dördüncüye ben. Bir bakmışsın, bütün merdiven aydınlık. Aydınlık merdivenlerde ayak sesleri korkutmaz, çünkü herkes birbirini görür. Görülen yüz, şiddeti utandırır. Utanan şiddet, küçülmeye başlar. Küçülen gölge, büyüyen biz demektir.

Böyle konuşalım istedim seninle. Bir kahvaltı sofrasında, yumurtanın sarısı akarken, zeytinin çekirdeği tabağın kenarında beklerken. Sofrada hayat kadar sıradan, hayat kadar kıymetli bir mesele bu. Sıradan kıymet, en çok bu topraklara yakışır. Yakışanı yapalım. Ne eksik, ne fazla. Gölgeleri büyüten sırları azaltalım. Sırrı azaltmak, suça dair romantizmi söndürmek demek. Sönsün. Yerine mahalle kokusu gelsin, ekmek kokusu, temiz alın teri, güneşte kuruyan çamaşırların beyazı. Beyazın gölgesi bile aydınlık olur. Aydınlık gölgelerle yürüyen bir şehir düşün. Orada delikanlılık, birine zarar vermeyi değil, kimseye haksızlık etmemeyi anlatır. “Reis” kelimesi, karşı mahalledeki öğretmene saygı için kullanılır. Tespih, sabır metni olur. Yüzük, evlilik hatırası. Koyu renk güneş gözlükleri, sadece güneşe karşı takılır. Tehdit dili değil, şaka dili konuşur. Şakalar kibar, kahkahalar ferah, cümleler sağlam. Böyle bir şehir düşlemek, belki ilk adım. Düşleyen çoğalınca, gölge çoğalamaz.

Şimdi pencereden dışarı bak. Kimse yoksa bile, yoldan geçen rüzgar var. Rüzgarın taşıdığı tabelalara dikkat et. Bir yerde mutlaka küçük harflerle yazılmış şu cümleyi bulacaksın: “Burada iyilik ısrarcıdır.” Mafya ısrarcı olduğunda büyür. İyilik ısrarcı olduğunda daha hızla büyür. Hangisini suladığımız önemli. Ben kalemimin ucuna su damlattım, iyiye akıyor. Sen de bir bardak su koy. Susuz kalan gölgeler, yakında çekilir.

Yorum Gönder

Blog içerisinde minimum hatta hiç görsel kullanmamaya özen gösteriyorum, dikkat dağıttığına inanıyorum. Yazılarımda amacım sizlerle sohbet etmek, dahil olmak isterseniz yorum bırakmanızı rica edeceğim, mutlaka cevaplıyor olacağım, kendinize iyi davranın...

Daha yeni Daha eski