Tercih Robotu İnsan Yüreği

Bugün şehirler yine sıcaktan dalgalanıyor. Asfalt üstünde hava titriyor, durakta bekleyenlerin yüzünde aynı ifade: aceleciliğe yamanmış bir bekleyiş. Bir yanda servisler, bir yanda minibüsler, uzakta kuyrukta bekleyen simitçi. Telefon ekranlarında küçük bir pencere açık. Aday İşlemleri Sistemi. Aday mısın, veli misin, yoksa yıllar önce başını sokacak bir bölüm aramış, diplomasını alıp da işin arasına sıkışmış bir ağabey mi, abla mı? Kim olduğunun pek önemi yok. O sayfaya giren herkesin parmak ucu terli, kalbi telaşlı. Çünkü “tercih” denen şey aslında tek bir kelime değil. İçine aile hikâyeleri, ekonomik gerçekler, yerleşik önyargılar, komşunun bu sene nerelere yazdığı ve yüreğin en kuytu odasında sakladığın çocukluk hayalin sızıyor.

Bu yazı seninle konuşmak için burada. Hani şu elini mouse’un üstünde bekleten, “24 satırlık listeye sığar mıyım” diye kendi kendine soran sen. Hani bir bölümü yazıp sonra silen, sonra yine yazıp bu kez en başa taşıyan, “ne olur ne olmaz, bir de bunu alta ekleyeyim” diyen sen. Hadi gel, nefes alalım. Tercih bir defter sayfası değil, hayatın eğilip bükülen bir cümlesi. Yazarken kalemin kırılmıyor, yazdıktan sonra da kaderin beton dökülmüş gibi sabitleşmiyor. Ama kabul, yine de ciddiye alınacak kadar ağır, hakkını verecek kadar ince.

Önce şunu koyalım masaya. Bu senenin takvimi net. ÖSYM, 2025 YKS tercihlerini 1 ile 13 Ağustos arasında sistemden alıyor. T.C. kimlik numaranla ve şifrenle giriyorsun, kılavuz denen o ağır ama gerekli metnin diline uyarak sıralıyorsun isteklerini. Evet, kılavuz bazen tahtaya yazılmış ödev gibi sıkıcı, bazen bir reçete gibi kuru. Ama satır aralarında bizi birbirimize bağlayan bir şey var: “karar” duygusu. Bu bilgi burada dursun, çünkü tarih ve kapı belli. Hani komşunun “tercihler uzatılmış mı” diye sorduğu akşamüstlerinde dönüp bakabileceğin sağlam bir çapa olarak kalsın. (1)

Peki gerisi? Gerisi evin mutfağında başlıyor. Kettle’ın düğmesine basınca çıkan tık sesiyle. O sırada annen mutfağın kapısında, “Yazdın mı oğlum, kızım? En üsttekini hangi okul yaptın?” diye sorarken. Baba sofrada bütçeyi hesaplıyor, uzak bir kentin adını duyunca gözleri istemsizce hesap makinesi gibi çalışıyor. “Orada yurt kaça gelir, uçak mı, otobüs mü, aylık masrafı ne olur?” O hesap harita gibi değil, bir bakkal defteri gibi; kaba ama samimi. Çünkü Anadolu’nun mutfaklarında kararlar çoğu zaman böyle alınır. Bir dengede buluşur. Çayın sıcaklığıyla, ekmeğin buharıyla, mutfak fayanslarına vuran akşam ışığıyla. Sen de oradasın, iki lokma arasında bir cümle gibi. “Benim gönlüm şurada.” Evin duvarları bu cümleyi duyunca önce susar, sonra yumuşar. Ne kadar uzakta olursa olsun, gönlün söylediğine kulak kabartan bir ev, insanın en büyük şansı.

Bir de arkadan fısıldayan sesler var. Okuldaki rehber öğretmenin “puanına göre yaz” diye başlayan cümlesi. Kuzenin geçen sene yaşadıkları. Mahallenin “bizim çocuğun” dilinden düşmeyen o bölüm adı. Sosyal medyada “şu meslek geleceğin mesleği” diye dolaşan o hızlı videolar. Hepsi birer işaret fişeği. Gökyüzündeki işaret fişekleri gibi parlak görünüp bir anda sönmeye de meyilli. Senin işinse karanlığa aldanmamak. Şunu unutma, tercih robotu sana istatistik verir, ben sana kalbini hatırlatırım. Robot der ki, “geçen yıl şu başarı sırası ile buraya girildi”. Kalbin der ki, “orada sabahları uyanmak içime sinecek mi.” Robot der ki, “mezunların işe yerleşme oranı şu”. Kalbin der ki, “akşamüstlerinde yaptığım işi anlatırken gözlerim parlar mı.”

İronik olan ne biliyor musun? Hepimiz bu düetle büyüdük. Matematikle duygunun, mantıkla hevesin bir bilek güreşi hiç bitmedi. Çocukken misket atarken bile “şu cam misket parlak ama ağır, sürükler” diye hesap yaparken bir yandan “ama mavisi daha güzel” diye içimizden geçirirdik. Şimdi de değişmiyor. İyi ki de değişmiyor. Çünkü hayatta tutunacağın şey sadece maaş bordrosu değil. Sadece kartvizit değil. Sadece üniversitenin adı, kampüsün büyüklüğü değil. Bazen amfinin arka sırasındaki gülüş, bazen laboratuvarın sabah kokusu, bazen kampüs yolundaki kestane ağacının gölgesi.

Biliyorum, kulağa romantik geliyor. “Hocam, romantizm karın doyurur mu” diyecekler olur. Doğru, doyurmaz. Ama aç bırakmayan da odur. Çünkü insanın içini doyuran, elinin ekmeğe uzanmasını hızlandıran şey motivasyon. Yaptığın işin sana cuk oturması, pazar gecesi uyurken “yarın başlıyor” diye içten içe sevinmen. O yüzden tercih ekranında tek bir satırı bile “nasıl olsa” diyerek yazma. Her satırın bir hikâyesi olsun. Hikâyesi olan satır, hayatına sarılır.

Gelelim o kalın soruya. Uzak şehir mi, yakın şehir mi. Uzak şehir, yeni bir dil demek. Market kasasında “poşet ister misiniz” sorusunun başka bir şiveyle sorulması. Dolmuşa binince “inecek var” demenin başka bir jestle yapılması. Üniversite demek, bazen şive öğrenmek demek. Bazen yalnız kalmak. Bazen, “annemin böreği gibi değil” diye mırıldanıp ilk yurtta yapacağın denemeyi hüsranla çöpe atmak. Yakın şehir ise güvenli bölge. Pazar akşamları evde tencere kokusu, “zili çaldın açtım” kolaylığı, hastayken başında beklenen termometre. Hangisi doğru? Sabahın serinliği gibi tek bir doğru yok. Senin doğru dediğine gün batımı denk düşmeli. Yani seçimin, güneşin doğuşunu nasıl beklediğinle akşamüstü yorgunluğunu nereye bıraktığın arasında salınmalı.

Bir de şu var, herkes danışman. Sitedeki güvenlik görevlisi, apartman yöneticisi, berber, bakkal, taksi şoförü. “Benim yeğen geçen sene şuraya gitti, aman uzak dur.” “Bizim çocuk şunu okudu, şimdi yurt dışında.” Bu cümleler mahallenin el birliğiyle ördüğü ağı anlatır. Kötü mü? Değil. Hatta bazen iyi. Çünkü bizim topraklarda bilgi, masanın üstüne eldekiyle dökülür. Ama o masaya sen de elini koy. Sen kendi sorunu sor. “Ben bu hobiyi mesleğe çevirebilir miyim.” “B planım var mı.” “Mesleğin mutfağında ne oluyor.” Bu soruların cevabı bazen bir Youtube videosunda, bazen bölümün danışman hocasının e-posta kutusunda, bazen bir mezunun LinkedIn mesaj kutusunda saklı. Kapıyı çal. Açılmasa bile “çaldım” demenin verdiği özgüven, birçok kilidi içeriden gevşetir.

“Hangi bölüm, hangi gelecek” tartışması bitmez. Ama şunu söylemek istiyorum, biraz Anadolu irfanıyla. Hayat bazen tarlada büyür. Yağmur bir yağar, bir kesilir. Toprak çatlar, sonra bir gün ansızın filiz verir. Bölüm seçmek de böyle. İlk yıl zorlanırsın, ikinci yıl kalbin kabarıp taşar, üçüncü yıl “iyi ki” dersin. Ya da tam tersi. O yüzden ilk yıl taş gibi sabitlenmiş hissedersen korkma. Yumuşamak için suya ihtiyaç var, suyu da sen taşıyacaksın. Kulakların çınlasın, “olmazsa yatay geçiş” diye bir cümle var senin için yazılmış. “Çift anadal” diye bir kapı daha. Okulun içindeki yollar, dışarıdan bakınca görünmüyor. İçeri girince anlıyorsun ki üniversite, her şeyin bittiği yer değil, başa sarıldığı yer. Raylar tek hat değil, makaslar var. Dönüşler var, sürprizler var.

Tercih listesi yaparken şehir isimleri sıra sıra dizilirken “kira” kelimesi birden büyür. Hele ki bu dönemde. Bütçe konuşmak, bir bölümü kalbinden silmek zorunda bırakabilir seni. Zor bir cümle kuracağım ama gerçek. Paramız, hevesimizin üstüne gölge düşürebilir. İnsan, gölgeyi yok sayınca güneş batmıyor. Fakat şunu unutma, gölgeyle baş etmek için iki yol var. Birincisi, gölgeyi küçültecek ışığı çoğaltmak. Bu bazen burs demek, bazen çalışmak, bazen açık öğretimle örgünün arasında köprü kurmak, bazen evdekilerin omzuna biraz daha yaslanmak. İkincisi, gölgenin sınırlarını tanıyıp adımlarını o sınıra göre atmak. Yani yakın şehir, devlet yurdu, sabah işe gidip akşam derse girmek. Kimse sana “ikincisi daha değersiz” diyemez. Bil ki her iki yolun da alnında ter var. Ter, değeri belirler.

Şimdi biraz da o meşhur “puan” meselesine bakalım. Puan sanki bir banknot gibi algılanır. “Elimde şu kadar puan var, karşılığında hangi ürünü alırım.” Bu benzetme insanı tuzağa düşürür. Puan bir para değil, bir harita işareti. Sana çok kabaca “buralar senin ayak izine açık” der. Ama orada yürüyecek gücü, yürüyüş ritmini, yolu yürürken ne kadar keyif alacağını puan belirlemez. “Benim puan bu bölüme yetiyor” cümlesi “benim ruhum bu bölümü taşıyor” cümlesiyle kavga etmeye başlayınca taşların yerini değiştirmek gerekir. Üst sıralara küçük riskler koy, alt sıralara sağlam limanlar yaz, ama hiç birini “nasılsa oraya gitmem” diyerek yazma. Sözünü ettiğim şu meşhur “her satırın bir hikâyesi olsun” duruşu burada devreye girer.

Peki, akıl nerede devreye giriyor? Tam da burada. Tüm bu duygulu konuşmaların üzerine azıcık hesap da koyalım. Bölümün müfredatına bak. O ders isimlerinin neye benzediğini hayal et. “Sayısalım ben” demek tek başına yetmez; matematiğin hangi yüzünü sevdiğini düşün. Soyut akıl yürütmeyi mi, yoksa uygulamayı mı. “Sözelciyim” demek de yetmez; kelimelerle uğraşmayı mı seviyorsun yoksa insan hikâyelerini sahada dinlemeyi mi. Bazen “eşit ağırlıkçıyım” diyen birinin yüreği işletme istatistiğinin sayısal kıvrımlarında mutlu olur. Bazen çok iyi fizik yapan biri, fizik öğretmenliğinin sınıf içi ritminde kendini bulur. İsimlere takılıp kalma, işin ritmine kulak ver.

Aileler için de birkaç cümle olsun. Siz de bu cümlenin ortağısınız. Çocuğunuzun ağzından dökülen “şu şehir, şu bölüm” kelimeleri, aslında size açılan bir davet. O davete “benim hayalim şuydu” die girerseniz o sohbet çabuk kapanır. “Senin hayalini duyayım, birlikte hesap yapalım” derseniz sofra genişler. Her evin bütçesi, her evin sahip olduğu zaman, her evin yaslandığı destek farklı. Bu farklılık, kıyasın çok sevdiği bir boşluk yaratır. O boşluğa yol vermeyin. “Komşunun oğlu şu bölümü okuyor” cümlesi, sizin evin hikâyesine yazılacak bir cümle değil. Sizin cümleniz, sizin sofranızdan çıkar.

Bir de şu “güncelleme” meselesi var. Teknoloji, çalışma hayatını yılda birkaç kez elden geçiriyor. Bugün çok havalı görünen bir meslek, iki yıl sonra bambaşka bir araç seti ister hale geliyor. Burada asıl lazım olan, bölümünün sana öğrettiği rüzgârı kullanma becerisi. Yelkeni nasıl açacağını bil. Akıntıya karşı kürek çekmen gereken anları da kabullen. Üniversite, sana dört yıl boyunca tek bir meslek değil, dört yıl süren bir öğrenmeyi öğretir. Öğrenmeyi öğrenmek denen şey, “bitmeyen müfredat”ın ta kendisi. Bunu tadını çıkaran, hangi mesleğe savrulursa savrulsun ayakta kalır.

Kampüsün büyüklüğüne, şehir içi ulaşıma, kütüphanenin saatlerine, yurtların durumuna, burs olanaklarına bakmayı unutma. Bunlar gerçek. Hayalin olmazsa olmazı. Hayalin bir kuşsa, bu saydıklarım kanatlarının altındaki hava akımları. Hava yoksa kuş uçamaz. Ama kuş yoksa hava akımı bir rüzgârdan ibaret. Bu iki hakikati eşleştir. Bunu yaparken de zamanın ritmini hatırla. 1-13 Ağustos aralığında (evet, bak tarihe yine döndüm) tercihini yapıp gönderdiğinde bir ferahlık gelir. Sonra bekleyiş. Sonra sonuç. Sonra kayıt. Sonra ev, yurt, eşya. Hepsi sıraya dizilir. Her basamakta “ben bunu neden yaptım” sorusunun cevabına tekrar sarılırsan, yorgunluk dağılır. O cevap bazen kısa bir cümle olur. “İyi bir öğretmen olacağım.” “İnsana faydam dokunsun istiyorum.” “Hikâyeleri kayda geçireceğim.” “Hesap yapmayı seviyorum.” “Toprağa, makineye, devreye, kelimeye, çocuğun gözlerine, hastanın eline yakın olmak istiyorum.” Bir cümle. Ne kadar yalınsa o kadar sağlam.

Şehirler kendi davetiyelerini çıkarıyor bu günlerde. Bir şehir diyor ki, “denizin kenarında sabah koşacaksın.” Bir diğeri, “dağın eteğinde, çam kokusuyla uyanacaksın.” Biri “metrobüsle okuluna varacaksın”, öbürü “bisiklete bineceksin.” Coğrafya, karakterini yoğurur. Çok kalabalık bir kampüste arada kaybolmak deneyimiyle, küçük bir kampüste herkesin selam verdiği deneyim çok farklı. Dünya düzeni birbirinden farklı insanlara ihtiyaç duyuyor. O yüzden “en iyi şehir” yok. “Bana uygun şehir” var. O şehri bulmak, haritada değil, iç haritanda oluyor. İç haritanda ne var? Sakinlik mi, hareket mi. Sessiz bir kütüphane mi, sabaha kadar açık atölye mi. Ev yemekleri mi, sokak lezzeti mi. Bunların hepsi “başarı”ya giden yolun asfalt kalitesini belirliyor.

Tercih ekranında bazen elin titrer. Başarı sırası aralıklarını karıştırırsın, alt üst olursun. Bir sütunu yanlış okursun. O titreme, senin önemsediğini gösterir. Önemsediğin yerde dikkat doğar. Dikkatin olduğu yerde hata payı azalır. Ama hata payı diye bir şey hep var. İnsan olmak bunu kabul etmekle başlar. “Ya yanlış yazarsam” endişesini iyiye kullan. Listeni bir başkasına okut. İki göz yetmez, dört göz olsun. Öğretmenine gönder, bir arkadaşına oku, ailene göster. Onay almak, yalnız eşiklerden geçerken iyi gelir. Unutma, yalnızlık bazen güçlü hissettirir ama bir karar kalabalıkla pişince daha sağlıklı olur.

İçinden bir ses diyecek ki, “Bu kadar uzatma, bir an önce gönder.” O sesin de payı var. Son düğmeye basmak bir cüret ister. Cüret, sevgiyle birleşince insanın kemiklerini güçlendirir. O düğmeye basınca parmak ucunla kendi hikâyene imza atıyorsun. Ve her imza gibi bu da düzeltilebilir. Yanlış yoldan dönmek ayıp değil. Dönmek için yol bilmen gerek. Yol, soru sormakla başlar. “Olmuyor” dediğinde kapıyı çal. Fakülte sekreterliğinden danışmana, öğrenci işlerinden bölüm başkanına kadar sor. Radyo sessizliği varsa bir daha sor. Çaldığın kapıların sayısı arttıkça önünde iki seçenek belirir. Biri “devam, biraz daha sabır.” Diğeri “yön değiştir, yeni bir patika.” Her iki cevap da kıymetli.

Şimdi biraz da geleceğe not düşelim. Dört yıl sonra diplomayı aldığında kim olduğunu unutma. “Ben kimdim, ne istiyordum” sorusu hiç eskimez. Hayat hızlandıkça bu soruyu ihmal ederiz. Oysa en büyük lüks, kendine vakit ayırmak. Ödev yetiştirmediğin, sınava koşmadığın, finalleri düşünmediğin bir pazar sabahı, defterin kenarına adını yaz. Altına bir cümle daha. “Şu işi yaparken gülümsüyorum.” Gülümseme, mesleklerin ortak para birimi. Nerede gülümsüyorsan, orada çoğalırsın.

Son cümlelere yaklaşırken bir kez daha hatırlatayım. Bu senenin tercih aralığı, 1 ile 13 Ağustos. Giriş kapısı AIS ekranında. Kılavuzun kuralları var, yerleşme süreçleri belli. E devlet şifresi, kimlik numarası, onaylama ekranı. Bunlar teknik ama hayati. Gözden kaçırma. Tarihler değişir mi, uzar mı, kısalır mı diye her gün sosyal medya gezmeye gerek yok. En sağlam kaynak, kurumun kendi duyurusu. Parmaklarını, kalbini ve aklını bir araya getirip o duyuruların peşine takılırsan belirsizliğin sisini yararsın. Ben bu satırları yazarken bile o sayfalar açık. Net bir cümle orada yazıyor: “Adaylar tercihlerini 1-13 Ağustos 2025 tarihleri arasında yapacaktır.” İçin biraz olsun rahatlasın. Geri sayımın bir ritmi var. O ritme göre adım at. (2, 3)

Ve sen. En başta söylediğim o nefesi tekrar al. Kendine kısa bir cümle kur. “Benim yolum kendime yakışan yol.” Bu cümleyi yazıp duvara as. Öğrenci evinin soyulmuş boyasına, odanın kapısının arkasına, yatağın başucuna. Hatırladıkça güçlenirsin. Güçlendikçe seçtiğin yola emek verir, emek verdikçe yol da seni kabul eder. Bazen yokuş olur, bazen düzlük. Bazen köprü olur, bazen toprak. Ama her adımda adımların sahibi sensin. Bu sahiplik hissi, hayat boyu en büyük güvencen olacak.

Tercih robotu, insan yüreğiyle iyi anlaşsın diye yazdım bu satırları. Robot, elindeki verileri getirir. Yürek, göğsündeki yankıyı. İkisini bir araya getiren şey ise sohbet. Bu yazı bir sohbet sayısı olsun. Çayını tazelerken, ekranı iki kez kontrol ederken, annen mutfak kapısından “oldu mu” diye seslenirken, baban “hayırlısı” derken. Mahallenin manavı “okuyup gel, burada sana kasa ayarlarız” diye şaka yaparken. Arkadaşların “falan üniversitenin kulüpleri şahane” derken. Hepsi bu cümlenin içinde. Sen de içindesin. Bir parmak tık sesi ve bir kalp çarpıntısıyla. Tamam. Oluyor. Oldu bile.

Ve şunu unutma. Kayıt ekranı kapanınca hayat açılıyor. Üniversite, “girmek” fiilinden çok “olmak” fiiliyle ilgili. “Öğrenci olmak” sadece ders dinlemek değil. Kulübüne katılmak, topluluğuna ses vermek, şehirle tanışmak, gönüllü işlerde boy göstermek, atölyenin kapısını çalmak, hocanın sorusuna dönüp kendi sorunu eklemek. Üniversiteyi üniversite yapan bin tane küçük kapı var. Kapıların anahtarı, merak. Merakını diri tut. “Niye” demeyi, “nasıl” demeyi, “peki” demeyi bırakma. Çünkü merakın bittiği yerde diplomalar sararıp soluyor. Merakın başladığı yerde yıllar geçse de sen tazeleniyorsun.

Bugünün notu bu olsun. Tercih robotu ekranında imleç yanıp sönüyor. Senin adın, soyadın, başarı sıran, puanın, okulların listesi. Bir yanda da kulaklarında çocukluğundan kalan bir şarkı. Sözlerini unuttuğun ama melodisini bildiğin. O melodiyle yaz. O melodinin ismi “kendin”. Kendin gibi yaz. Kendin gibi oku. Kendin gibi çalış. Kendin gibi sev. Kendin gibi dinlen. Kendin gibi çoğal. Geri kalan her şey, gri kutuların içinden geçip giderken geride kalır. Seninle kalacak olan, hangi satıra niye adını yazdığındır.

Hadi şimdi, gözlerini bir kez kapat. İçinden şehir isimleri geçsin. Deniz kokusu, dağ esintisi, çarşının uğultusu, kampüs yolu, kütüphane masası. Sonra birini seç. Seçmek, bazen bir tepsiden tatlı almak gibi. Her birinin tadı güzel. Her birinin şerbeti farklı. Senin ağzının tadına en çok yakışanı bul. Bulduğunda o tadı paylaş. Annenle, babanla, kardeşinle, komşunla, bakkalla, berberle. Paylaşmak, kararı büyütür. Karar büyüdükçe içine sığar. İçine sığdıkça huzur verir. Huzur verdikçe yola yayılır. Yol uzar. Yolun uzunluğu seni korkutmasın. Uzun yol insana hikâye biriktirir. Kervan yolda düzülür dedikleri, işte tam da budur.

Son söz. “Şans dilerim” demeyeceğim. Şans, hazırlanmış olana göz kırpar. Ben sana hazırlık diliyorum. İyi bir hazırlık. İyi bir sohbet. İyi bir liste. İyi bir teslim. Sonra da iyi bir yürüyüş. Yürürken yorulursan otur, otururken düşün, düşünürken gülümse, gülümserken kalk ve devam et. Çünkü sen yürüdükçe yol kendini gösterir. Yeter ki adımlarını kendine yakışır bir ritimle at. O ritim, kalbinin sesi. O ses, tercihini yumuşatıp şekillendirir. Ve bir gün dönüp baktığında, “robot bana yolu gösterdi, yüreğim bana yön verdi” diyeceksin. İşte o gün, bu yazının başlığı yerine senin adın yazacak. Adın, soyadın, gülüşün. Hayatın tam ortasında.

Birlikte iyi yazdık. Şimdi sen imzanı at.

2 Yorumlar

Blog içerisinde minimum hatta hiç görsel kullanmamaya özen gösteriyorum, dikkat dağıttığına inanıyorum. Yazılarımda amacım sizlerle sohbet etmek, dahil olmak isterseniz yorum bırakmanızı rica edeceğim, mutlaka cevaplıyor olacağım, kendinize iyi davranın...

  1. Geçmiş günlerimi hatırladım, ne güzel yazmışsınız. O zamanlar umutla üniversite tercihi yaparken asıl meselenin mezuniyetten sonra başladığını bilemiyor insan. Şimdi mezuniyetten 10 yılı aşkın süre sonra Kpss için bir kez daha tercih yaparken atanmanın sevinci, yıllarca beklemenin getirdiği bezginlikle karışmış halde. Nasibim buymuş diyerek yeni hayatıma başlayacağım İnşallah.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Uzun bir maratonu geride bırakmışsınız, tebrik ederim.
      Umarım bundan sonrası sizin için çok daha eğlenceli ve keyifli olur.

      Sil
Daha yeni Daha eski