Sana bir sır vereyim mi? Bazen marketteki tek gerçek, paketlerin sesidir. O hışırtı var ya, kasaya yaklaşırken sana “ben küçüldüm” diye fısıldar. Etiketin dili yoktur ama gözü çok şey söyler. Eski gramajların hatırası rafta gezinir, yeni gramajlar utangaç bir çocuğun adımı gibi geri geri yaklaşır. Sen fiyatı görürsün, gözlerin alışkanlıkla eskisini hatırlar, parmakların paketi tartar, aklın ise şunu söyler: aynı para, daha az mutluluk. Bu satırları bir Anadolu sabahından yazıyorum. Mahallenin bakkalında çalan radyo, geçen yılın şarkılarını çalıyor. Duvardaki takvim ayın dokuzunu gösteriyor ama gönlümdeki hesap çoktan başka yerlere taşınmış. Çünkü bizim asıl takvimimiz, paketlerin küçülme günleriyle işaretli.
Bak, gel yanımda dur. Sırayla geçelim şu rafların önünden. En üstte kahvaltılık gevrekler. Eskiden kutu açıldığında dudağımıza çarpan buğday kokusu şimdi sanki daha çabuk bitiyor. Kutu büyüklüğü aynı, içindeki hava cömert, gevrekler ise sanki köşe bucak saklanıyor. Yan rafda bisküvi var. Hatırlar mısın, çocukken iki bisküviyi ayırıp içindeki kremayı parmağımızla kazıyıp yemek, küçük bir bayram tadıydı. Şimdi bisküviler daha ince, krema daha narin. Kâğıt okşar gibi. Kayıp bir gramaj var ortada ve kimse kayıp ilanı vermiyor.
Bir alt rafa eğilelim. Makarnalar, pirinçler, bulgurlar. Torbaların ağızları sıkıca kapalı ama bir eksilmenin toplu fotoğrafı gibi duruyor hepsi. Kutular aynı. Ambalaj tasarımcısı yaratıcılık sınırlarını zorlamış, etiket üstünde altın sarısı başaklar dolaşıyor, köşede nüanslı bir yazıyla yeni yazıyor. Yeni olan şey, eski olanın yokluğu yalnızca. Çocukluğumuzun nohutları gibi bu paketler de tencerede ağırlığını yitiriyor.
İroni sever misin? Ben severim. Hele de hayatın sıradan kısımlarında yatan inanılmaz ironileri. Geçen gün manavda elma seçiyorum. Taze taze, parlak parlak. Etiket diyor ki yerli. İyi, diyorum. Bir adet poşete koyuyorum, tartıya gidiyorum. O sırada manavın çocuklardan biri bana bakıp gülümsüyor. “Abi” diyor, “poşete iki elma daha koy, poşet ağır geliyor tek elmaya yazık.” Gülüşüyoruz. İki elma daha ömrümü uzatır mı, bilmiyorum. Ama bir şeyi biliyorum. Poşetin ağırlığı bile artık hesap konusu. Pipet kısaldı, bardak inceldi, dilim küçüldü. Dünya, sessiz bir matematik çalışıyor ve denklemli problem gibi önümüze koyuyor: x miktar para ile y mutluluk kaç gün yeter.
Seninle konuşurken şunu fark ediyorum. Biz, Anadolu insanı, sabah erken kalkmaya ayarlı bir saat gibiyiz. Çaydanlığın dumanı kalkınca gün başlar, ekmeğin buharı tüterken konuşmalar hızlanır. Fakat artık sohbetlerimizin içinde gramaj kadar acı bir kelime daha var. Tasarruf. Tasarruf sanki yağmurdan sonra pencereye vuran rüzgar gibi. Eksiltiyor, inceltiyor. Tereyağını daha ince sürmek bir hayat felsefesi oldu. Reçelin kaşığı daha kısa, kahvenin ölçüsü daha cimri. Yine de sofraya oturunca başımızı dik tutmaya çalışıyoruz. Çünkü inadına yaşamak, bu coğrafyanın en güçlü kası.
Geçenlerde bir arkadaşım aradı. “Abi” dedi, “çocuğun beslenmesine koyduğum sandviç üç ısırıkta bitiyor, bir zamanlar aynı ekmekle iki gün idare ederdik.” Güldüm. O yine de umudu taze tutanlardan. “Dert değil” dedi, “ekmeği rulet gibi dilimlerim, aralara bolca domates koyarım, renkli görünür.” Renkli görünmek. Biliyor musun, bu tanım beni vurdu. Paketler de renkli görünüyor ya, bizim gözlerimizi kandırmak için. Naylon şeffafsa, içi geniş görünür. Kağıt parlaksa zengin gösterir. Hayatın kozmetiği ambalajdır ama ömrün gerçeği tartıdır. Tartı konuşmaz, sadece sayı gösterir. O sayılar da bizim mutfağımızın şiirini yazıyor artık. İki bardak un, bir bardak süt, yarım paket margarin. Yarım kelimesi ne kadar büyüdü, farkında mısın?
Ben, okuruna dert anlatırken lafı çok dallandıranlardanım. Sen benden bıkma. Çünkü sana bıkmaya fırsat vermeyecek çok şey birikti. Sabah otobüsüne bindiğimizde şoförün gözü artık para üstünden ziyade kartı okutmada. Karttan düşen tek bir biple yaşıyoruz. Minibüs muavini eskisi kadar bağırmıyor, sessiz bir kabulleniş. Sokağın köşe başındaki simitçi tezgaha yeni bir çengel asmış. Altına kâğıtla not iliştirmiş. Simit artık daha küçük. Yazmaya gerek duymamış. Simidin çevresi söylemiş zaten. Biz de simidi iki parça edip çaya bantla yapıştıralım. Belki çayın dayanışması simidin eksikliğini tamamlar.
Konuşalım biraz mutfaktan. Mutfak Anadolu’da bir odadan fazlasıdır. Mutfak, evin nabzıdır. Tezgah, evin kalbi. Tencere, bir ülkenin hafızası. Ağzını kapattığın tencere kaynadıkça, evin içinde paran kadar, sabrın da buharlaşıp gidiyor. O tencerede yüzeye vuran köpük sadece yemek değil. Yılların usul usul biriktirdiği yorgunluklar. Enflasyon diye akademik bir kelime var ya, o kelimenin mutfaktaki adı şudur: ocak gözünü bir tık kıs. Yemek geç pişsin, daha çok yeter. Hatta bazen çorbanın içine bir bardak sıcak su ekle. Çorba, cimrileşmeden çoğalsın. Böyle konuşur annelerimiz. Böyle konuşur teyzelerimiz. Böylece hayatın hesabını yaparız. İronik bir durum. Kısmanın artırdığı bir bereket diline tutunuyoruz. Çünkü başka bir dilimiz yok.
Bugün markette bir baba gördüm. Kızının elinde çizgi film kahramanının resimlediği minik bir yoğurt vardı. O küçük yoğurdun kapağını çekmeye çalışıyor, eline bulaştırıyordu. Baba sabırla bekledi. Sonra kız, “Baba kapağın altındaki yazıyı okuyalım mı, belki hediye kazanmışızdır” dedi. Baba gülümsedi, “Kızım” dedi, “hediye bazen kapağın kendisidir.” Sözün altını çizdim. Hediye bazen kapağın kendisidir. İşte tam da bu. Hayat artık bize küçük sürprizleri olmayan, küçük sürprizlerin yerini küçük kayıpların aldığı bir düzlük gibi. Ama arada bir kapağın altından “Bugün iyi olacaksın” yazısı çıksa, ona da inanırız. Çünkü inanmak, Anadolu’nun en ucuz ve en kıymetli alışkanlığı.
Mahalle bakkalına dönelim. Rafların arası kol mesafesinde. Kasada duran amca beni görür görmez “Ne var ne yok” diye soruyor. Bizim ne var ne yok sorumuz sadece hal hatır değildir. Cebin nasıl, aklın nasıl, evin nasıl diye üç bölümlü bir teftiştir. Ona diyorum ki “Her şey yolunda, Allah’a şükür.” O da diyor ki “Şükür, her şeyin azına çokmuş gibi bakmanın ilmidir.” Bilge bir cümle. Sanki büyük filozoflar bakkal olmuş. Bir çuval şeker indirirken hayat dersi veriyor. Şekerin tanecikleri gibi ufak ufak dökülen bir sabırla anlatıyor. Bana ince belli bir bardakta çay veriyor. Çayın demi değil, sohbetin demi koyu. Sonra maydanoz demetini poşete koyuyor, “Bunu benden” diyor. İçimden bir şey kopuyor. Bedava maydanozun parası var, biliyorum. Ama insan bazen maydanozun parasını değil, paranın maydanoz olduğu günleri hatırlamak istiyor. Yani küçük şeylerin büyük şeylere benzediği günleri.
Şimdi seninle evin salonuna geçelim. Televizyonda reklam çıkıyor. Bir marka aileyi toplamış, mutlu masalar, kahkahalar, bir parça dizi müziği tadında fon. Metnin sonunda diyor ki daha çok seni düşünüyoruz. Ben inanmak istiyorum ama gözlerim çantamda. Kasadan geçirdiğim fişin alt satırında aydınlatma gibi bir not arıyorum. Fişler de kısaldı. O kadar kısaldı ki bazen hatıralarımız sığmıyor. Fakat o fişlerin üstünde bazı kodlar var ya, işte onlar da hayatın yeni dilini yazıyor. Bir bakıyorsun, bir ürün aynı rafta, farklı iki etikette. Rafta yazan başka, kasada çıkan başka. Müşteri hizmetleri sırasının boyu uzuyor. Uzadıkça uzuyor. Sıranın ucundan bana sesleniyor biri. Ablası diyor ki “Kız, fişteki gramajı kontrol et.” İşte, bence yeni okur yazarlık budur. Fiş okuryazarlığı. Etiket okuryazarlığı. Gramajın konuştuğu bir çağdayız.
Şimdi bir kahve molası verelim. Bu defa zincir bir kafede değil, bir kahvehane masasında. Eski kapı gıcırdıyor, içeride ıhlamur kokusuna karışan bir tavla sesi. Tahta masada çizik çizik sevdalar. Köşede biri, ince belli bardağına şeker atmadan önce şunu söylüyor. “Eskiden iki şekerle içerdim, şimdi bir yetiyor.” Onu tanımıyorum ama içime işliyor sözü. Şekerin düşüşü, hayallerin düşüşü değildir. Bazen damakta daha çok mekân açılır. Bazen azla, fazlanın içinden geçeriz. Kahveciye bakıyorum, bakışı sarkık bir perde gibi. Ben artık insanların bakışlarında gramaj görüyorum. Ne kadar yorgun, ne kadar umutlu, ne kadar cömert. Her birimizin ruhu bir paket gibi. Üstünde doluluk işareti yok, künyesinde içerik yok. Ama içinde dolaşan düşüncelerin ağırlığı var. Onu hissederiz.
Konuyu biraz da mutfak dışına taşıyalım. Okul kantini. Cepte sınırlı harçlık, elde değerli bir açlık. Çocuk kek mi alsın, ayran mı? İkisi birden olunca gün rahat geçer, ikisi ayrı bir güne bölünürse akıl karışır. Şimdi kekin boyu inceldi, ayranın bardağı zayıfladı. Çocuğun gülüşü ise ona göre ayarını bulur. Yine de oyun oynar, yine de koşturur. Biz büyüdükçe artı eksi hesapları kurduk, çocuklar ise hala toprakla barışık. Onların dünyasında gramaj, mahalle maçında taşla çizilen kale gibi, ismini duymazsın, sınırını hissedersin.
Bir de mutfağımızın görünmez kahramanları var. Yapışmaz tavanın sabrına sığınan kızartmalar, çorbanın üstündeki maydanoz serpiştirmesi, kuru fasulyenin üzerine damlatılan bir kaşık zeytinyağı. Zeytinyağı şişesini eğdiğinde artık daha bir titrek akıyor. Kaşık havada bekliyor, damla düşünce şenlik başlıyor. Azın şenliği, çoğun yokluğuna verilen bir cevap. Sana bunu anlatırken, masamda bir dilim ekmek var. Ekmek, her sabah kapıya bırakılan bir mektuptur. Fırıncı yazmaz ama sen okursun. Un, su, tuz, maya. O mektupta kavga yok, sitem yok. Sadece sürüp gitme arzusu var. Ekmeğin kabuğunda güneşin izi, iç crumbında memleketin tüyleri. Ekmek küçülse bile onun yanında oturup konuşmayı sürdüren biz varız.
Sen şimdi “İyi de bu kadar duyguyla nereye varacağız?” diye sorabilirsin. Haklısın. Duygu, bazen şeylerin ağırlığını tam ölçmez. Yine de duygu, terazinin yanındaki dürüst bakıştır. Eksilen gramajların bize söylediği iki şey var. Birincisi, hayatın güzelliği büyük lokmalarda değil, uzun sohbetlerde saklı. İkincisi, dayanışma lügatimizin en kalın kelimesi. Mahalledeki komşu teyzeye gülümsemek, fazla çorbayı kapla aşağıya göndermek, evde pişen kekin bir dilimini karşı kapıya bırakmak. Bunlar yeni bir ekonomi değil, eski bir insanlık. Belki de pakette eksilen hayat, komşu tabağında çoğalır.
Bir gün pazara indim. Elimde yıpranmış bir file. File, çocukluğumun fotoğrafı gibi. Basit, sade, sağlam. Pazarın girişinde bir amca vardı. Kasasında sadece üç çeşit ürün satıyordu. Patates, soğan, elma. Yaklaştım, “Amca başka ürün yok mu?” dedim. “Yok” dedi, “çok olunca seçemiyorlar, az olunca kararsız kalmıyorlar.” Basitlikte bir merhamet var. Üç şeyin ağırlığını hissediyorsun, geri kalanını aklından çıkarıyorsun. O gün üç kilo patates aldım, eve dönerken kendimi daha güçlü hissettim. Çünkü üç kilo, tartıda doğru konuşur. Ambalajın hilesi yok, etiketin cilası yok. Sadece topraktan gelen ağırlık var. Belki de bu yüzden patates yemeği ev kokusudur. Soğanın göz yaşartan samimiyetiyle barışınca sofradaki hesap kitabın gerginliği azalır.
Şehirde yaşayıp köy özlemi çekenler bilir. Köyde gramaj konuşulmaz, ürün konuşur. Tavuk yumurtladı mı, süt ısındı mı, domates güneşi gördü mü. Şehirde ise sayıların çarşısında dolaşırız. Metrekare kira, kilometrede yakıt, gramda fiyat. Çocukluğumuzdan kalan bir oyun var ya, ip atlamak. Şimdi zihnimizde görünmez bir ip var. Cebin ipi. Her ayın ortasında o ip takılıyor. Atlayamazsak kırılır gibi oluyoruz. Sonra bir bakıyoruz, komşu bir tabak dolma bırakmış kapıya. Yokluk, bir anda sofranın şiirine karışıyor. Bir tabak dolmada anne eli dediğin şey, yemek tarifinden çok daha derin. Orada bir akıl var. Azı yetirmek. Gönlü büyütmek. Masada alanı genişletmek.
Sende de oluyor mu bilmem. Bazen marketten döndükten sonra paketleri tezgaha dizerim ve tek tek konuşurum onlarla. Makarnaya derim ki sen bu akşam dertleri alıp buklelerine sarar mısın. Yoğurda derim ki sen bu evin kavgasını söndürür müsün. Çaya derim ki bu akşam oturup uzun uzun susalım, sen demlen, ben içimdeki metinleri demlendireyim. O konuşmalarda paketler bazen mahcup olur. Etiketleri hafifçe kızarır. Çünkü bilirler. Aramızda bir sır var. Onlar küçüldü. Biz sevmeyi büyüttük. Hayat, oyunun kurallarını değiştirdi. Biz kuralları sevmeyi bir anlaşmaya dönüştürdük.
Şimdi söyle bana. Anadolu’da bir düğün sofrası gördüğünde ne hissedersin. Ben ışığın tabaklara vurmasını severim. Bulgur pilavının buharı, ayranın köpüğü, baklavanın şerbeti. Bir düğün sofrası cömertlik senfonisidir. En zor zamanlarda bile bu cömertliğin prova alınmış hali vardır. Belki de hayatta kalma pratiğimiz budur. Birazını paylaşınca mutluluğun gramajı artar. Matematik böyle çalışmaz ama kalp böyle çalışır. Dünyanın en doğru yanlışlarından biridir bu. Eğer sofrana bir çift kaşık daha koyacak yer olursa, o sofranın bereketi artar. Bu cümle, çocukluğumdan kalma bir yöntem. Evin küçüldüğünü düşünme, sandalye sayısını artır. Bazen sadece bir sandalye, bütün evi büyütür.
Meselenin bir de görünmeyen yüzü var. Yorgunluk. Paketler küçülürken insanın omuzları büyüyor sanki. Taşınan yük artıyor, içerideki hesaplar çoğalıyor. Bu yorgunluk, sadece bedensel değil. Düşünmenin ağırlığı. Hangi markette hangi ürün daha makul, hangi indirim gerçek, hangisi gölge oyunları. Ben diyorum ki, kendine azıcık adalet. Bazen bir akşam, hiçbir hesap yapmadan bir tabak makarna kaynat. Üstüne sadece zeytinyağı ve pul biber. Yanına bir dilim ekmek. Masaya otur. İçinden gelen şarkıyı mırıldan. Bütün bu dünyanın karmaşasına karşı küçük bir protesto gibi. Hayatın anlamını bulmak için değil, anlamın hayatına dokunması için. Çünkü insan, hesapsızca sevdiği anlarda en çok insandır.
Seninle sokağa çıkalım. Sokakta yeni bir dil var. QR menüler, temassız ödemeler, mobil uygulamalar. Hepsi hayatı kolaylaştırıyor, kabul. Ama kolaylaşan her şey, bir şeyin elinden tutuyor, başka bir şeyin tutuşunu gevşetiyor. Mesela göz göze gelmeyi. Kasadaki çalışanın yüzünde o gün kaçıncı teşekkür cümlesini söylediğini görüyorsun. Ona gülümsemek, küçük bir ücret değil. Gramajı büyük bir insanlık. Ben kasada çalışanların gözlerine bakıp teşekkür etmenin en ucuz cömertlik olduğunu düşünüyorum. Bizim kültürde teşekkür, bir kapı anahtarıdır. Girdiğin her kapının ardında biraz daha geniş bir oda bulursun.
İçimden bir mahalle sahnesi daha geldi. Akşamüstü kapının önünde bir tabure, elinde çay, sokaktan geçen komşuya selam. Komşu durur, iki cümle konuşursun. Sorduğu ilk soru bellidir. Evin nasıldır. Bu, gramajın başka bir türü. Evin ağırlığını ölçer. Mutfağın sesi nasıl, avluda rüzgar var mı, çocuk içerden sesleniyor mu. Biz bu soruya kısa cevap verdikçe içimizdeki uzun cevap büyür. Belki de bu yüzden yazıyorum. Uzun cevapları kısaltan kısa soruların yarattığı tekinsiz boşluk dolsun diye. Benim işim, senin kalbinde yer açmak. Kalbin raflarında yer açılınca, market raflarının dili daha az can yakar.
Bazen düşünüyorum. Bu metni okuyan biri diyecek ki, “Kardeşim, ekonomi konuşacağına duygudan bahsediyorsun.” Haklı olabilir. Ama biliyor musun, her ekonominin gizli bir edebiyatı vardır. Aşure gününde tencereye atılan her fasulye, piyasa dengesinden daha ikna edici bir dayanışma dersidir. Yoksulluğun şiiri yapılmaz, doğru. Fakat yoksullukla mücadele eden kalplerin şiiri vardır. O şiiri yazmak utanılacak bir şey değil. Tam aksine, kaybolan gramların ağırlığını ruhta konuksever bir odaya çevirmek demek. Bu oda, kapısını misafire de yorgunluğa da açar. Çünkü bilir ki paylaşılan yorgunluk, paylaşılan pilav gibidir. Kaşık sayısı arttıkça lezzeti büyür.
Yine de bitirmeden önce mutfağa küçük taktikler bırakalım. Belli ki evin içinde bir yürek muhasebesi sürüyor. Mesela çorbayı bir gün önceden pişir, ertesi gün lezzeti artar, ocakta geçirmen gereken zaman kısalır. Buzlukta saklayabildiğin sebzeleri küçük poşetlere böl, her biri bir yemeklik olsun. Mutfakta israfın en büyük düşmanı planlamadır. Liste yapmadan markete girme. Liste, gramajın savcısıdır. Evde kalan pirinçle yeni bir hikaye yaz. Pilav olmak zorunda değil. Üstüne yoğurtla karıştır, içine az zeytinyağı, karabiber, bir tutam nane. Adını uydurduğun bir salata olur. Masada konuşacak yeni bir mevzu çıkar. Güleriz. Yenilik, morali büyütür. Morali büyütmek, ekmeğin dilimini inceltse bile sofrayı genişletir.
Bir de çocuklara anlatma dili. Çocuklar sezgileriyle yaşar. Onlara eksildi demeden, değişti diyerek konuş. Oyunu gramaja çevirme. Oyun, eksilenin başka türlü çoğaldığı yerdir. Hamurla oynarken unun az olduğunu fark ederlerse, oyunu şekil değiştirme oyununa çevir. Deneyimlerini büyüten çocuklar, yarın mutfakta daha güçlü olur. Belki de biz, mutfağın tek öğrencileri değiliz. Mutfağın öğretmenleri de çocuklar. Onlar için yemeğin bir parçasının şekli değiştiğinde bütün hikaye değişir. Yani bizim eksildi sandığımız yerde onların bulduğu yeni bir kahkaha vardır.
Sokak hayvanlarına da bir parantez açayım. Kuru mama paketinin küçüldüğünü biliyorum. Kâseye düşen taneler azaldı. Ama aynı sokağın köşesinde iki kişi ortak olup bir paket alırsa, kâse yine dolar. Paylaşmak ekonominin büyüme modeli değildir belki. Fakat insanın büyüme modelidir. O kâse dolunca mahallenin vicdanı genişler. Vicdan, bir mahallenin en görünmez ama en sağlam kaldırım taşıdır. Ayağın takılmaz. Yürürsün.
Yazının burasına geldiysen, ikimiz de aynı masada çok çay içtik demektir. Benim için yazmak böyle bir şey. Karşımda sen varsın. Gözlerine bakmadan anlatıyorum ama gönlüm, gözlerin yerini biliyor. Bu metin, raflardaki eksilen gramları değil, kalbindeki çoğalan yerleri görsün istedim. Çünkü biliyorum. Bir gün bir market rafı önünde yine duracağız. Elimizde aynı paket, kafamızda aynı soru. Almalı mıyım. O gün kararın ne olursa olsun, vicdanın sana şunu söylesin. Kendine ve çevrene adil oldun mu. Birine bir tabak ayırdın mı. Birine bir gülüş bıraktın mı. Kasadaki çalışanın yorgunluğunu gözlerinle hafifletemesen de bir teşekkürle paylaştın mı. Bunlar hesabı yapılan şeyler değil ama hayatın en kalın satırları.
Pakette eksilen hayatı bir şiire çevirmek, belki de bizim kuşağın en tuhaf meziyeti. İtiraf edeyim, bazen bu şiir sararıp soluyor. Bazen mutfakta ışıklar kapanıyor. Ama sonra bir yerde biri kapıyı çalıyor. Komşu tabak. Mahalle selamı. Bakkalın maydanozu. Manavın poşeti ağır geldi, iki elma daha koy. Kahvecinin şekersiz ama muhabbeti bol çayı. O an anlıyorsun. Azalanın içinde çoğalan bir ülkeyiz. Ambalajın oyununa gelmeyen, göz göze gelince gerçeği okuyan bir ülke.
Son bir sahne ile bitireyim. Akşamüstü mutfakta tencerenin kapağını açtın. Mis gibi bir koku yükseldi. İçindeki malzeme geçen seneye göre bir miktar daha az. Fakat tencerenin başında duran yüz, geçen seneye göre bir miktar daha şefkatli. Kaşık tencereye değdi, sesi evin duvarına çarptı, duvardan kalbine geldi. O sesin adı var. Yaşama sesi. Yaşama sesi bazen ince, bazen kalın çıkar. Önemli olan, o sesi duymak. İnan bana, biz o sesi duydukça ne paketlerin küçülmesi canımızı yakar ne de etiketlerin parıltısı gözümüzü boyar. Çünkü asıl etiketin adı belli. Merhamet. Asıl gramajın adı belli. Paylaşmak. Asıl indirim, yükünden indirdiğin komşunun yüreği.
Şimdi ışıkları hafifçe kıs. Masaya ekmeği koy, yanına küçük bir tabak zeytin. Çayı tazele. Kendine teşekkür et. Bu gün de idare ettin demek bir zayıflık değil, bir dirayet. Pakette eksilen hayat, kalpte çoğalan yerle tamamlanır. Anadolu’nun sırrı budur. Azdan çoğu, çoktan komşuyu çıkarır. Ve biz, bu basit matematiğin büyük insanlarıyız.