Kavurucu bir öğlen. Gölgeler bile yorulmuş, kaldırımlara sığınmış. Sıcağın dili yok ama anlaşmayı iyi biliyor; şehrin üzerine eğilip kulaklarımıza fısıldıyor: Hadi bakalım, kim daha dayanıklı. Sen pencereyi açıp nefes ararken, içeriden zam kokusu, dışarıdan asfalt buharı giriyor. Çaydanlığın fokurtusu bile bir nevi siren sesi, mutfakla salon arasında gidip gelen bir yangın tüpü gibi. Klimalar bir imdat düğmesi. Ama kumanda her seferinde hesap makinesiyle beraber çalışıyor. Açsak mı, açmasak mı. Çek-katıla yaşayışımız, düğmeden fırlayan havayla değil, cebimizden çekilen sayılarla ölçülüyor.
Gördün mü, yaz dediğin şey artık deniz kabuğunun kulağımıza bıraktığı masal değil. Yaz, marketin dondurma dolabında değil, elektrik faturasında saklanıyor. Kavanoz kapağı gibi sıkı bir ay sonu, elimizle çevirdikçe çentik atıyor. Biz de Anadolu insanı, dilimiz damımız kururken bile işin şakasına kaçmaktan vazgeçmiyoruz. Komşu soruyor mesela, nasılsın. İdare ediyoruz diyoruz; idare denen bir ülke, balkonlarda serinleyen saksıların memleketi. Bir bardak ayrana zam geldi mi, sofrada tuzluğun yeri bile değişiyor. Bir kavun alırken bile aklımızdan geçiyor, acaba bu dilimi kaç lokmaya böleriz ki sohbet uzasın, yaz uzamasın.
Asfalt sıcakken ayakkabının altı pişiyor, kiralar sıcakken insanın içi. Ev meselesi, sadece bir çatının değil, sesimizin de tavanı. Eskiden mahalle arasında kiralık ev ilanı görünce iki defa bakardık, şimdi aynı ilan, haber bülteni gibi. Apartman girişleri gayriresmi emlak ofisi; panolarda sünnet davetiyesiyle yan yana duran ilanlar. Kimse ses etmiyor ama herkes biliyor, kapının çalındığı gün geliyor. Yenileme zamanı. Kontrat masaya geliyor, rakamlar masaya gelmiyor. Rakamlar, duyduğunu anlamayan bir misafir gibi odadan odaya geziyor. Sonra biri boğazını temizliyor. Hani diyor, üst sınır vardı, artık TÜFE’nin 12 aylık ortalamasına bakılıyor. Bunu herkes biliyor gibi konuşuyorlar; biz de bilmezden geliyoruz ama cep bilir. Çünkü 1 Temmuz 2024’te o meşhur yüzde 25 sınırı sona erdi, şimdi ölçü birimi TÜFE’nin 12 aylık ortalaması. Böyle olunca rakam dil oluyor, dil ise bazen merhametsiz. (1)
Ev sahibiyle kiracı arasında bir masa kuruldu mu, masanın ayağı sallanıyor. Ev sahibi diyor ki, valla benim de masrafım çok, aidat arttı, kombi bozuldu. Kiracı, gözleriyle anlatıyor. Şuzdolabının içini, dolabın dışına asılmış magnetlerle değil, içindeki sessizlikle. Market fişlerini çıkarıyor çantadan, bir fotoğraf albümü gibi. Enflasyon bizde artık bir akraba; ara ara uğruyor, el öpmeye değil, el yakmaya. Biz de oturuyoruz karşısına, ikram edecek bir şeyimiz kalmamış, kelime ikram ediyoruz: Hayırlısı.
Bir de şu malum soru var, herkesin dilinde bir yaz türküsü gibi: Asgari ücrete ara zam olur mu. Televizyon kanallarının alt yazıları, sosyal medyanın kalabalık sesi, akrabaların WhatsApp grubu. Hep aynı cümleler dolap beygiri gibi dönüyor. Bakan, erken diyor; konu açılınca kapıdan misafir gibi süzülüyor cümleler. Yıl başında yüzde 30 artmıştı deniyor, ama çarşı pazarda harfin başı ile sonu birbirini görmüyor. Sadece rakamı değil, nefesimizi de yetiremiyoruz. Yine de umut dediğin şey, mutfaktaki boş kavanozlara sanki bir gün reçel konacakmış gibi bakabilmektir. Haberlere kulak misafiri oluyorsun; “gerekli görülürse konuşulur” cümlesi yolda kalmış otobüs gibi, ittirip çalıştırmayı bekliyor. (2)
Ekonomi masasında başka tabaklar da var. Vergi denilen büyük bir bakraç, mutfağın ortasında duruyor. Meclisten geçen paketlerden, tekliflerden bahsediliyor. Kayıt dışı, istisna, güvenlik, etkinlik. Kelimeler birbirine benziyor ama etkileri evin salonunda yankılanıyor. Bir teklif geliyor, sonra bir kabul haberi. Henüz bazı detayları anlamaya çalışırken, biz yine gündelik hesabın içindeyiz: Fırından alınan ekmek, fırının önünde bekleyen taksi, taksinin gölgesinde soluklanan esnaf. Hukukun dili ince, hayatın çatalı kalın. Vergi adaleti denen şeyi sokağın terazisinde tartıyoruz; kefeye koyduklarımız farklı, indirdiğimiz sonuç aynı: Ayağımızı yorganımıza göre uzatmak, yorganı günbegün kısalırken nasıl mümkün olacak. Yine de kayda geçsin, TBMM’de kabul edilen son düzenlemeler konuşuluyor; amaç vergide adalet ve etkinlik deniyor. Bizim pencereden görünen ise, “bize ne düşer” sorusu. (3, 4, 5)
Bir yandan da sıcak. Hani çocukken mahallede hortumla su tutardık birbirimize, kahkahalarımız sokağın tavanına çarpa çarpa göğe yükselirdi. Şimdi hortum yok, kahkaha yok, göğün tavanı alçaldı. Meteoroloji sitesine bakıyorsun, rakamlar boncuk gibi dizilmiş; şehir isimlerinin yanında ateş kırmızısı. Güneydoğu’da 45’e dayanan bir hava, Ege ve Akdeniz’de 42-44’e ulaşan rakamlar. Bu rakamlar insanın aklında basamak gibi kalmıyor; vücudunda ağırlık yapıyor, merdiven çıkarken nefesinin yarısını yutuyor. Sıcağın altında yol tutan işçiyi, pazarcıyı, minibüs şoförünü düşününce o rakamların her biri, bir omuz. (6, 7)
Sıcağın bu kadar gerçek olduğu yerde serinlik, bazen bir gölge, bazen bir bardak soğuk su, bazen de ev sahibinin suratında bir tebessüm. Tebessümün faturası yok ama nadir. Biz yine de deneriz; insan, nasihatten çok niyete inanır. Niyetimiz sebat etmek, hayatı bir çekiç gibi tutup kırmadan şekil vermek. Gündelik dilde buna dayanıklılık diyoruz. O yüzden pazar filesini daha sıkı örüyoruz, yürüyüş yollarını gölgeye göre seçiyoruz, saatleri birbirine ekleyip akşam esintisine yatırıyoruz.
Bütün bunların ortasında okul mevsimi yaklaşır; kırtasiye kokusu, ülkenin en eski masal kitaplarından. Defterlerin çizgilerini görünce içimizde bir düzen duygusu başlar; o çizgiler, hesaplarımıza da biraz düzen versin isteriz. Yeni müfredattan konuşurlar, hangi sınıflarda uygulanır, nasıl bir yol izlenir. Bizim tarafımızdan bakınca mesele basit: Çocuğun içindeki merakı diri tutacak mıyız, evdeki lambayı ders saatinde açık bırakabilecek miyiz. Bakanlığın metinleri, modelleri, çerçeveleri var; bizim de masamızın üzerinde, altı pürüzlü hayat kalemleri. Yine de bilelim, geçen yılın genelgeleriyle adım adım uygulanan bir model var. Ebeveyn olarak elimizdeki en önemli kitap, çocuğun yüzü. Bir çocuğun gözünde parlayan merakı söndürmemek, bir ülkenin ekonomisinden daha zor ama bir evin ekonomisinden daha kıymetli. (8, 9, 10)
Mahalleye geri dönelim. Yaz akşamı. Beton sıcağını yavaş yavaş veriyor, gökyüzü sanki bir merhem sürüyor sokaklara. Balkonlar, ülkenin en dürüst meydanları. Her balkonda bir hikaye. Kiminde üç kişilik bir aile, geceyi iki bardak çayla büyütüyor. Kiminde emekli amca, gazeteyi rüzgara verip sayfaları yazgı gibi okuyor. Kiminde öğrenci, ev arkadaşına kira zammını nasıl söyleyeceğini prova ediyor. Komşu apartmanın terasında nargilenin dumanı yelkenliyi andırıyor, ama rüzgar yok; duman sürünerek iniyor aşağı, şehrin derin nefesini arıyor.
Minibüs durağında bekleyenlerin gölgeleri uzun ama sabırları kısa. Şoför camı sonuna kadar açmış, elini dışarı sarkıtmış, parmak aralarından rüzgar bulmaya çalışıyor. Durağın yanında simitçi var; simitler akşam vakti birer halkalı direniş gibi. Yan tarafta küçük bir bakkal, dükkanda tek bir vantilatör, rafların üstünden dönüyor. Rafların dili olsaydı derdi ki, en çok suyun etiketi değişti. Bakkalın dili var ama söylemiyor; müşterinin gözündeki çekingenliği görüyor, bir şişe güneş, bir şişe de akşam serinliği satıyormuş gibi davranıyor.
Bir taksici tanıdığım var. Diyor ki, hava sıcakken müşteri daha az konuşuyor. İnsan konuşacak nefesi kendine saklıyor. Konuşmak, bazen lüks. Yine de taksinin içine oturur oturmaz başlıyoruz sohbete. Nereye kadar gideceğiz, sorusunun cevabı yolun bitiminden önce geliyor: Bugün ne kadar yandık, bugün ne kadar dayandık. Bu konuşma, asfaltla taban arasındaki ince anlaşma. Ücret taksimetrede yazıyor, günün ücreti ise yüzümüzde.
Bir manava uğruyorum. Karpuzların üstüne taze su sıkmışlar, karpuzlar göz kırpıyor. Manavın oğlu, küçük bir taburede oturmuş, elinde hesap makinesi. Parmakları cıva gibi, tık tık tık. Babası soruyor, kaç etti. Oğlan söylüyor, babası başıyla onaylıyor. Oğlanın gözleri parlıyor, çünkü o sayı onun için bir oyun. Babası içinse ev kirası, elektrik, su. Aynı rakam başka insanlarda başka ağırlık yapıyor. Bu, ekonominin en insani hali. Sayı, yaşa göre, role göre, güne göre biçim değiştiriyor.
Bir kasapta sıra bekliyorum. Sıranın yarısı sohbet. Etler vitrinde, birer kırmızı anı. Tezgahın arkasındaki usta, güne yarım saat mola vermiş, şimdi tekrar tezgaha dönmüş. Diyor ki, insanlara bakıyorum, artık gramla değil, iki öğünle düşünüyorlar. Yani iki öğün et, iki öğün dayanışma. Dayanışmanın gramı yok. Kapıdan giren bir teyzeye kasap bir dilim fazla koyuyor, aradan bakışıyorlar. O bakışın fiyatı yok.
Banka önünden geçiyorum. ATM önünde bir sıra, güneşin altına dizilmiş bir çamaşır ipi gibi. İnsanlar parmaklarıyla ekranı tıklarken, gölgelerini saklayacak bir yer arıyor. Banka kapısının yanında minik bir klima dış ünitesi, canını dişine takmış çalışıyor. O küçük kutu, şu sıcakta bir mahalle kadar iyi niyet taşıyor. İçerideki serinlik, dışarıya bir cümle olarak sızmıyor ama kapının açılıp kapanmasından anlıyorsun, var bir ferahlık içeride. Dışarıdaki bekleyenler, o ferahlığı hayal ederek su içiyor.
Konuyu açmamız gereken bir yer var: gölge. Gölge bu yazın para birimi gibi. Ağaç gölgesi, apartman boşluğu gölgesi, bir annenin çocuğuna yaptığı gölge. Çünkü gölge, en eşit dağılan adalet. Gölgeye girince kimse kimseye kimlik sormuyor. Mahalle parkında yaşlılar gölgenin peşine düşüyor, çember gibi dönen bankları güneşe göre ayarlıyorlar. Çocuklar salıncakta gölge kapma oyunu oynuyor. Gölgenin de bir mülkiyet hırsı var sanırsın; öğlen herkesin, ikindi yaprakların, akşam komşu balkonun.
Bütün bu sahnelerin ortasında, akşam haberleri. Ekranın alt bandı, şehrin nabzını tutar gibi akıyor. Asgari ücret ara zam tartışması yeni bir yüzle dönüyor, vergi paketi yeni bir başlıkla. Kira artış oranları, kiracı forumlarının yeni trend konusu. İçimizde bir gazeteci büyütüyoruz; resmî açıklamalardan ne kadar bize düşer, ne kadar cebimize düşer, ne kadar kalbimize. Herkes kendi duyurularının muhabiri. Yalnız yaşayan genç kadın, markette iki poşeti birbirine bağlayıp tek kanca yapıyor. Emekli amca, mahalle fırınında bayat ekmekten küçük bir torba alıyor. Öğrenci, kütüphanede akşam serinliğini bekliyor. Bir baba, çocuğuna üç kalem alıp, dördüncünün hesabını yapıyor. Bu mikro haberlerin ortak başlığı şu: Nasıl çıkarız bu yazdan, elimizi yakmadan.
Sonra gece. Anadolu insanı, geceyi sabaha bağlayan o ince ipi hep korur. Evler sessizleşir. Uzaktan bir düğün konvoyu, dar bir sokağın içinde sıkışmış, klaksonlar bir düet gibi. Düğün salonlarının yaz kokusu, plastik sandalye teriyle çiçek şeridi arasında bir yerde kalır. Bu yazın gelin çiçeği, ince hesapların arasından geçerek tutuluyor. Her masada bir zeytin, bir parça beyaz peynir, bir dilim kavun. Her masada birer lamba kadar umut. Çünkü düğün, yalnız iki insanın değil, iki mahallenin evlenmesi. O yüzden müzisyen biraz daha yürekten çalıyor. Terli alnından düşen bir damla, klavyeye vuruyor, belki fa oluyor, belki sol.
Bir gün sonra, sabah ezanıyla birlikte, fırınlar kapılarını açıyor. İlk ekmekler, sanki sıcak bir cümle. Sokak aralarında serinliğin son sürümü dağıtılıyor. Mahalle bakkalı kepengi yarıya kadar açmış, süt kasalarını içeri alıyor. Karşı apartmanın kedisi gölgede muhabbet ediyor, bir köşe başında usul usul. İşe gidenler, durakta sessiz. Sessizlik, yazın resmi dili. Çünkü herkesin içinde birer abacus var; boncuk boncuk gün sayıyoruz. Elektrik faturasına, kira gününe, çocukların okul açılışına, bayramdan sonraki tatile, bankanın kayıtlı ödeme tarihine. O boncukların arasında bir de pırıl pırıl şey var, adı küçücük: teselli.
Teselli, akşamüstü balkonda demlenen çayın üstünde uçuşan iki karıncanın telaşı. Teselli, komşunun kapına bıraktığı yarım tepsi sıcak börek. Teselli, mahalle esnafının “üç gün sonra verirsin” deyip defteri kapatışı. Teselli, belediyenin parkta açtığı bir gölgelik. Teselli, sendikaların, derneklerin, mahalle inisiyatiflerinin dağıttığı ücretsiz su ve küçük el yelpazeleri. Teselli, WhatsApp grubunda yöneticinin sabaha karşı yazdığı “arkadaşlar, su kesintisi varmış, bidonları doldurun” mesajı. Bu küçük şeyler, ruhumuzu serinletiyor; gölgenin satılık olmadığını hatırlatıyor.
Yazının başından beri cebimizi konuştuk, şimdi kalbimizi konuşalım. Kalp, sayı sevmez, ritim sever. Ritim dediğin şey de düşe kalka bulunur. Bazen yokuş çıkarken nefesini dinlersin, bazen markette sırada beklerken. Bazen iki kişi aynı gölgeye sığmaya çalışır. Bazen ev sahibiyle kiracı aynı masaya oturup birbirlerinin gözlerini dinler. Bazen bakanlık açıklamalarıyla mahalle fısıltısı aynı cümlede buluşur. Hepimizin içinde bir barometre var; hava basıncıyla değil, insan basıncıyla çalışıyor. Basınç yükselince gözlerimiz küçülüyor, düşüşe geçince biraz daha gülüyoruz.
Şimdi, pratik bir şey söyleyeyim; yaz akşamları sokağın en rüzgarlısını bulun. Eğer bulamıyorsanız, rüzgarı başlatın. Balkonunuzda iki sandalye, bir küçük masa. Masaya bir sürahi su, içine üç dilim limon. Yanına da bir defter. Bugün hangi küçük masrafları pas geçtik, hangi küçük mutlulukları pas vermedik, yazın. Bunu bir alışkanlığa çevirin. Çünkü hayat bizi büyük şeylerle değil, küçük ısırıklarla yokluyor. Biz de ona küçük direnişler biriktirerek cevap verelim. Her direniş bir gölgedir. Gölgeyi büyütmenin yolu, yan yana durmaktır.
Mahalle muhtarlığına uğrayın mesela. Orada bir ilan panosu vardır; yaz sıcağında açık kalma saatleri, bir de bakım günleri. Belediyenin serinleme noktaları varsa öğrenin. Mahallede ortak kullanım vantilatörü organizasyonu bile yapılabilir. Apartman yönetimleri, girişe küçük bir seyyar su sebili koyabilir. Kültür merkezlerinde ücretsiz film gösterimleri olur, akşamları serin salonlarda bir araya gelmek hem nefesi hem sohbeti serinletir. Dayanışma, romantik bir kavram değil; gölgenin altını paylaşma becerisi. Paylaşınca çoğalan tek şey, ferahlık.
Peki bu yaz bittiğinde, geriye ne kalacak? Biraz daha dikkatli bir bütçe, biraz daha sessiz bir ümit ve gölgenin kıymetini bilen bir şehir. Kira tartışmaları, asgari ücret beklentileri, vergi kelimelerinin yuvarlak hatları, meteorolojinin rakamları. Hepsi bir defterin sayfaları olacak. Ama o defterin ortasında kalın bir çizgiyle şu yazacak: İyilik, faturası kesilmeyen tek hizmet. Kapının önüne bıraktığın su kabı, asansörde bekleyene “buyur” deyişin, markette arkandakine poşet vermen, minibüste pencereden içeri giren bir serinlik. Bunlar, bu ülkenin faizsiz birikimi.
Bir gün yine aynı başlıklar dönecek. Asgari ücret konuşulacak, kiralar gündem olacak, ekonomi masası dolacak. Sıcağın yerini soğuğun yabancı dili alacak. Ama biz, mahallece öğrendiğimiz şeyi unutmayacağız: Gölgeyi paylaşmak, güneşi azaltmıyor. Gökyüzü koca, gölge adil. Bir ağaç dikebilirsek dikelim, dikemiyorsak bir çocuk güldürelim, güldüremiyorsak bir kapıyı tutalım. Çünkü her iyilik, bu iklimde bir klima. Elektrik yazmıyor ama insan yazıyor.
Kapanırken, dönüp başlığa bakıyorum. Kiralık sıcak, satılık gölge. Sıcak, evet, kiralık; çünkü mevsimler geçiyor. Gölge, hayır, satılık değil; çünkü gölge, gölgesi olanın değil, altına girenin. Gölgeyi satmaya kalkarsan, elinde güneş kalır. Biz güneşi seviyoruz, kızmıyoruz; kavruldukça pişiyoruz. Piştikçe sabrın tadını anlıyoruz. Sabır, sıcak suya bırakılmış bir çay poşeti gibi; rengi ağır ağır salıyor kendini. İçtikçe boğazımızdan aşağı inen yalnız su değil; koca bir ülkenin hal hatırı.
O yüzden, sevgili okur, bu yaz bitmeden, sen de gölgene bak. Varsa yanında biri daha, çek yanına. Varsa bir bardak suyun, böl. Varsa bir fazla taburen, çıkar sokağa. Bu ülke, büyük salonların konferanslarından çok, küçük balkonların sohbetiyle ayakta duruyor. Ekonominin ağır dili ne derse desin, hayatın hafif dili şunu söylüyor: Birbirimize yaslandığımız gün, ay sonu kadar uzun değil.
Ve unutma, haberlere kulak ver ama kalbine danış. Kira oranlarının hukuki hesabını bil, pazarlık masasının insani hesabını da. Asgari ücret tartışmalarını takip et ama kendi ücretine kıymet vermeyi unutma; yorgunluğuna izin ver, emeğine saygı duy. Vergi başlıklarını oku ama mahallenin gönüllü başlıklarını da at: kütüphane, park, gölgelik, ortak sofra. Meteoroloji sitelerini takip et, gökyüzünü de. Güneş aynı, gölge aynı, insan aynı değil. İnsan değişince dünya değişiyor; senin bir adımın, bu yazın en serin haberi olabilir.
Böyle işte dostum. Yaz ağır, biz hafif olalım. Cebimiz ağır, elimiz hafif. İnceliği kimse bizden almadı. Asfaltın üstünde parmak ucu yürüyen bu mahalle, yarın yine ayağa kalkacak. Bir gölgenin altından öbürüne geçerken, içimizden sessizce şunu mırıldanalım: Biz birbirimizin klimasıyız.