Pazara erken giden kazanır derler ya, ben de sabahın kırık serinliğinde filemi aldım, çayımı yudumladım, “bugün sürpriz indirime denk gelirim” diye kendimi kandırdım. Anadolu insanının bankamatiği sabırdır, kredi kartı da nadiren limit görür. Tezgahın başındaki domates, dün akşamdan iki lira fazla. “Abla bu yeni mahsul, güneşi bol” diyor delikanlı. Güneş bedava sandığımız bir enerji, tezgahta fiyat artışına bahane oluyor. Etiketler her gün değişiyor, ama cüzdan aynı. Biz değişmeyen tek şeyimizle pazarlık ediyoruz: yüzümüzün alı al, moru mor haliyle direncimiz.
İtiraf edeyim, artık etiketlere bakarken rakamları değil, araya sıkışmış nefesleri görüyorum. Satıcının nefesi, alıcının nefesi, nakliyecinin, esnafın… Hepimizin nefesi kısa. “Bugün de böyle” diye omuz silkerek dağılıyoruz. Bir gün sonra yeniden buluşmak üzere. Bu şehirde hayat bir semaver gibi kaynıyor, bazen taşmak üzere olduğu halde taşmamak için bir mucize bekliyor. O mucize bazen komşunun tenceresinde pişen fasulyeden sızan kokudur, bazen bakkal Hasan amcanın veresiye defterinde isminin yanına attığı minik gülen yüz. Belli ki bu ülkenin psikolojisini test etsen “alışkın his” çıkar. Bir yandan kızıyoruz, diğer yandan kaldırım taşında yürür gibi temkinli adımlarla alışıyoruz.
Sonra bir haber düşüyor: enflasyon düşmüş. Rakam güzel görünüyor, göze hoş. Temmuz verisi diyorlar, yıllık artış yüzde 33,52 olmuş, aylık artış da yüzde 2,06. Bu cümleyi kurarken içimden “keşke filedeki biber de yüzde 2 artsa” diye geçiriyorum. Rakamlar umut taşısın istiyorum. İstatistik daireleri sabit bir masada çalışır, biz ise hareket halindeyiz. O yüzden rakamla hayat arasında hep küçük bir mesafe kalıyor. Yine de bilgi bilgidir, kulağımızı kabartırız, defterimize yazarız, “demek ki bir şeyler oluyor” deriz. (1, 2, 3)
Şehir bu aralar sıcaktan kavruluyor. Çatıların üstünde hava dalgaları dans ediyor. İtiraf edeyim, akşamüstleri balkonun köşesine bir kova su koyuyorum, serçeler gelsin içsin diye. İnsan gibi kuş da susuyor. “Su kullanımı rekor kırdı” haberini okuyorum. İşin bir ucu planlı kesintilere dayanıyor. Kimi mahallelerde saatler yazılıp çiziliyor. İstanbul gibi bir kentin damarı su, damarında pıhtı olunca baş dönüyor. Ekranlardan bakıyoruz: şu semtte şu saatler arası, bu ilçede öğlene kadar. Komşular “horanta” gibi toplanıp bir bidon, iki şişe paylaşıyor. “Yarın sıra bizde” diyor karşı apartmanın teyzesi, gülümsüyoruz. Kişisel konforumuzun ne kadar ortak olduğuna yeniden ikna oluyoruz. (4, 5, 6)
Bu “rekor” kelimesi, çocukken TRT spikerinin ağzından çıkınca gurur verirdi. Şimdi rekoru su tüketimi kırıyor, klima faturası zorluyor, alışveriş listesi yarışa giriyor. Rekorlar sevincini kaybedince insana “keşke bu rekoru pas geçseydik” dedirtiyor. Yine de bilen bilir, Anadolu insanı müziği kısar ama şarkıyı kapatmaz. Hayatı kıstığımız oluyor. Isıyı iki derece yükseltmek yerine gölgeyi çoğaltıyoruz. Perdeleri sabah erken kapatıyoruz. Limonlukları camdan içeri alıyoruz. Yani bütçemizin müziğini kısmak zorunda kalsak da melodiyi bırakmıyoruz.
Pazarda bu yaz farklı bir ritim var. İnsanların elinde iki liste. Birinde almak istedikleri, diğerinde almaları gerekenler. Birincisi romantik, ikincisi mantıklı. Romantik listeye basil pesto, mantıklı listeye kuru fasulye giriyor. Arada bir oy dalgalanması oluyor. Misal karpuz, ikisini de ikna eden popülist bir meyve. Hem hesaplı hem mutluluk veriyor. O yüzden tezgahın önünde en çok “şu başından keser misin” cümlesi duyuluyor. Hayatta başından kesmek istediğimiz çok şey var ya, karpuzdan başlıyoruz.
İnsanlar dertleşiyor. İlimizdeki üniversite öğrencileriyle geçenlerde minibüste aynı sırayı paylaştık. Kızlardan biri “abicim bu ay yurda zam geldi” dedi. İkinci kız “kantinde çay 8 lira olmuş” diye başını salladı. Ben de araya girdim, “iyi tarafı şu, çay daha az içince geceleri daha rahat uyursun.” Gülüştük. Kötü habere şaka koyup yutarız. Bu memleketin psikolojik savunma mekanizması mizah. İroni, öfkenin daha sofistike hali. Böyle anlatınca daha katlanılır oluyor. Birbirimize “geçer ya” diyoruz. İçten içe biliyoruz ki her geçişin bir ücreti var.
Ekonomi haberlerini takip etmek de bir çeşit destan okuması gibi oldu. Bir ekrandan “politika faizinde indirim” haberini görüyoruz, diğer ekranda dökülen bozukluğu sayıyoruz. Uzmanlar “yıl sonu şu bantta olur” deyince içimizdeki küçük muhasebeci kalemini açıyor. Kendi “bant”ımıza bakıyoruz. Kışın yakıt, okul açılışı, olası bir sağlık masrafı. “Tansiyonumu ölçmek yetmiyor, bütçe tansiyonumu da ölçmem lazım” diye mazeret üretmeden defter açıyoruz. (7, 8)
Bakkal Hasan amcaya uğradığımda eski veresiye defterini göstermişti. Kapak kenarına kurumuş çay lekesi yapışmış. Dedi ki “Eskiden ay başında kabarır, ay ortasında incelirdi. Şimdi sürekli kabarık.” Bakkalın cümleleri grafiksiz bir rapor. Ben de ona “Sen yine iyi dayanıyorsun, esnaf dediğin sabır eritme tenceresi” dedim. Gülümsedi, “Sabır tencereyi taşırmasın yeter.” Bizim memlekette direnç böyle kısa cümlelerde saklıdır. Reklam sloganı gibi, ama ücretsiz.
Bir yandan da şehir haberlerine bakıyorum. Günün gündem başlıkları “şurada toplantı, burada açıklama” diye sıralanıyor. Hayat sadece mutfakla, pazarla, suyla sınırlı değil. Bir ülkede diplomasi, sanayi, kültür, spor akıp gidiyor. Bu akışın içinde sıradan haneler küçük adımlarla ayakta duruyor. Kimi zaman karar vericilerin toplantı notlarına yansımasa da hanelerin günlük stratejileri görkemli konferans metinlerinden daha yaratıcıdır. Çocuk bakıcısı ile okul servisinin koordinasyonundan, tek seferde en çok işi halletmeyi öğrenen annelerin rota planlarına kadar. Bu ülkenin gizli operatörleri mutfaklar, servis araçları, market kasaları. (9, 10)
Su meselesine geri dönelim. “Sular ne zaman gelecek” sorusunun cevabı artık çoğu mahallede bildirimle geliyor. İlan edilen saat aralıkları var. İnsanlar tam o aralarda makineyi çalıştırıyor, çocukları banyo ettiriyor, saksıyı suluyor. Herkesin hayatı mikro zaman çizelgelerine bölünüyor. Bir taşın düştüğü havuzdaki halkalar gibi, bir kesinti yüzlerce küçük kararı tetikliyor. Asıl mesele dayanıklılık. Dayanıklılık bazen paylaşılan bir musluk, bazen komşudan ödünç alınan hortum, bazen de “bizde hâlâ var, gelin alın” diyen cümledir. (11, 12, 13)
Böyle zamanlarda Anadolu’nun derin gelenekleri gündelik becerilere dönüşüyor. Mesela gölgelik kurma sanatı. Balkona kalın bir kumaş gerip rüzgar almasını sağlamak, tam poyraza karşı kahve içmek gibi bir şey. Ya da yiyecekleri “kuru serin” bir köşe icat edip saklamak. Evlerin mimarisinde “niş” dediğimiz o kucak gibi oyuklar, atalarımızın aklı. Duvara dayalı rafta turşu kavanozlarının gölgede bekleyişi, bugünün buzdolabı fiyatlarına verilen pratik bir cevap aslında.
Son haftalarda marketten döndüğümde çantayı yere bırakıp fiyatları not ediyorum. Öğrenciler sınava çalışırken konu tekrarı yapar, ben de fiyat tekrarı yapıyorum. Buğday bazlı ürünlerde temmuzdan ağustosa kayış var mı, süt ürünlerinde oynama ne kadar. “Aylık artış yüzde 2,06” ifadesini günlük rutinime çeviriyorum. İki ihtimal var: ya ben doğru yerden almıyorum ya da benim hayat sepetim TÜİK sepetiyle farklı. Muhtemelen ikincisi. Birine “senin sepetinde kırmızı et var mı” diye sorsan, başka birine “bez bebek alıyor musun” desen. Her evin sepeti başka, ortak kaderimiz aynı. (14, 15)
Sıcağın üstüne bir de ulaşım. Şehrin minibüsleri, otobüsleri, trenleri. Ayakta gidenler bir tür küçük dayanışma halkası kuruyor. Elinde poşet olanın yanında duran sırt çantalıya “istersen onu ben tutayım” diyen biri mutlaka çıkıyor. Bazen çok küçük bir iyilik, bütün günün havasını değiştiriyor. Büyük resmi değiştiremiyoruz diye küçük jestlerin kıymeti artıyor. Bir arkadaşım “mutluluğu mikro dozlarda alıyoruz” dedi geçen gün. Haklı. Mikro mutluluklar, makro belirsizliklere karşı geliştirilen bir beden dili.
Kahvehaneler de iklimlendi. Eskiden televizyonun sesini kısar, maça bakardık. Şimdi aynı anda üç ayrı tartışma. Bir köşede ekonomi, diğerinde su, diğerinde torunun okul masrafı. Her masada bir uzman var. Anadolu’da herkes bir konuda bilirkişidir. Bir de “geçen sene böyle miydi” diye başlayan karşılaştırmalı analizler. Zamanın içinden halılar gibi desen çıkarıyoruz. İnsan hafızası zaten küçük bir veri merkezi. Kimin eli daha cömert, hangi market daha makul, hangi mahalleye kesinti daha çok uğruyor. Hepsi kaydediliyor. Resmi raporlar ile gayriresmî raporlar çakışınca, gerçek biraz orada doğuyor.
Ben bu yazıda meseleleri sadece şikayet olarak değil, pratik olarak da düşünmek istiyorum. Evin içi küçük bir ekonomi yönetimi. Kış gelmeden şu adımlar işimize yarayabilir:
Bir, elektrikli aletlerin fişini cidden çekmek. Birimler küçük gibi görünür ama çarpıldıkça büyür. İki, yiyecekte planlı mutfak. Haftalık menü yapınca spontane lüksler azalır. Üç, alışverişte mikro pazarlar. Büyük zincir yerine semt pazarından taze ve zamanında almak, hem fiyatı hem israfı düşürür. Dört, mahalle içi paylaşım ağları. Her mahallede bir WhatsApp grubu var ya, orası sadece dedikodu için değil, ihtiyaç için de var. Yedek su bidonunu paylaşmak, kullanılmayan vantilatörü komşuya ödünç vermek. Beş, ikinci elin itibarı. Bebek arabasından kitap rafına kadar, temiz ve uygun olan her şey ikinci bir hayata sahip.
Bir de devlet ve kurum tarafı var elbette. Günün gündem notları bize büyük fotoğrafı hatırlatıyor. Şu toplantı oldu, bu açıklama yapıldı. Ama asıl kıymetli olan, kararların evin içine nasıl yansıdığı. Yönetenler kadar yönetilenler de öğreniyor. Bu ülke, krizler dersine pek bir çalıştı. Bazı dertler tekrara bağladıkça çözüm yeteneği gelişiyor. Evet, bu yorgun bir avantaj. Ama avantaj. Toplumsal hafıza sadece geçmişi değil, geleceği de tutuyor. (16, 17)
Gençler cephesinde iş bambaşka. Kimisi sınava hazırlanıyor, kimisi yurt dışı hayali kuruyor, kimisi “memleketi bırakmak istemem” diye içindeki düğümü saklıyor. Sınav deyince geçmişten sızan hatıralar var. Bir dönem olan bitenler yüzünden güven zedelenmişti. Eskiye ait olsa da, zihin bu tip yaraları çabuk unutmaz. O yüzden şeffaflık, adalet ve liyakat kelimeleri gençlerin sözlüğünde en kalın yazılan sözcükler. Çünkü hayal, hakkı olduğuna inandığı bir gelecek istiyor. (18)
Kültür tarafında da hayat sürüyor. Belediyenin açık hava konserinde çocuklar misket gibi sahnenin önünde dönüyor. Büyükler sandalyeyi alıp “gölge nereye giderse ben de oraya” diyor. Bu yaz öğrendim ki gölge en kıymetli kültürel miraslardandır. Bir ağacın gölgesi, bir apartmanın sokağa düşen gölgesi, bir pazar şemsiyesinin altındaki kısacık serinlik. Gölgeyi yönetmek, iklim ekonomisinin en basit derslerinden biri.
Bir gün sıcaktan sıkılıp eski eşyaları sadeleştirmeye kalktım. Gardıropta çok az giydiğim gömlekleri ayırdım. Bizde ikinci el biraz çekingen bir alışkanlık. Oysa yeniden kullanım, hem keseyi hem gezegeni sevindirir. Bunu söyleyince “romantik konuşuyorsun” diyenler oldu. Ben de dedim ki “romantizm de bir tasarruf biçimi, çünkü insanın elindekini sevmesini sağlıyor.” Elindekini sevince, dışarıdan gelen parıltının cazibesi azalıyor.
Tabii bütün bu konuşmaların bir de sofra yüzü var. Anadolu sofraları paylaşmayı bilir. Tabağa konan her şeyin bir hikayesi vardır. Kışlık domates mesela. Yazın al, kaynat, koy kenara. Kışın makarna pişirirken kavanozu aç, yazın kokusu salona dolsun. Kavanozu açtığın anda zaman tünelinden yazı geri çağırırsın. Bu da bir çeşit ekonomidir. Zaman ekonomisi, anı ekonomisi. Çarşı pazar dolaşırken en çok kokuları seviyorum. Fiyat ne olursa olsun, taze ekmeğin kokusu yine dost.
Kafamdaki cümle şu: enflasyon kadar önemli olan beklentidir. Beklenti, insanın cebindeki para ile gözündeki ufuk arasındaki mesafeyi belirler. Ufuk yakınsa, yürümek kolaydır. Uzaksa, yolda mola sayısı artar. Kurumların verdiği yön, hanelerin ürettiği akıl, mahallelerin kurduğu dayanışma bir araya gelince ufuk yaklaşır. Bir hanenin bütçesi, bir başka hanenin zamanını kurtarabilir. Tecrübeyi paylaşmak yaşama maliyetini düşürür. “Ben denedim, şu ürün daha hesaplı” cümlesi, rakamın yumuşak gücüdür.
Suyun kıymeti meselesinde de beklenti belirleyici. Kesintinin ne kadar süreceğini bilince “saat 16.00’da gelir” diyorsun, plan yapıyorsun. Belirsizlik ise damacanayı iki fazla aldırıyor. Şeffaf planlama, hanelerin stresini düşürür. Kesinti çizelgeleri netleştikçe hayat da netleşir. Akşamüstü apartman önünde bidon paylaşan komşular, ülkenin en gerçek su kurulu. Kim ne kadar ihtiyaç duyuyorsa o kadar alıyor, kimde fazla varsa veriyor. Rakamlar bunu ölçemez, ama etkisini hissedersin. (19, 20)
Gelelim “başa çıkma sanatımıza.” Bir: mizah. Evin içindeki zor konuları mizahın pamuk yorganına sarıp konuşuyoruz. İki: küçük zaferler. Deterjanı yüzde 20 indirimle almak, ayın sonunda moral veriyor. Üç: ritüeller. Akşamüstü çayını aksatmayınca gün “tamamlandı” hissi doğuyor. Bu çay sadece içecek değil, psikolojik akort. Dört: plan. Liste yapmak, kaosun gürültüsünü kısar. Beş: minnet. Bazen sadece “sağ ol” demek bile masrafları azaltmasa da yükü hafifletir.
Bir başka minik reçete: mahalle takas günleri. Bir komşu kullanılmayan tencereyi getirir, diğeri fazla kavanozunu. “Al ver ekonomisi” para kadar kıymetli. Çocuklar için kitap takası da ayrı güzellik. Kitap döner, hayal döner, masraf azalır. Belediyenin duyuru panoları bu tip küçük fikirlerle dolup taşsa ne iyi olur. Bir duyuru panosunda “soğuk dolap paylaşıyoruz” yazısını görmüştüm. Apartmandaki tek kişilik evde oturan teyzeler için küçük bir nimetti. Gönüllülük, gündelik hayatın en güçlü para birimi.
Gündem akarken spor, kültür, siyaset haberleri ardı ardına diziliyor. Her yeni gün bir menü gibi. Bir köşesinde toplantılar, öbür köşesinde turnuvalar, şurada bir arkeolojik kazı haberi, burada bir bütçe notu. Bu menüyü okurken, soframızda pişen yemeğin tuzu da bir parça değişiyor. Çünkü ülke hissiyatı dediğimiz şey, haberle sofranın arasında bir yerde duruyor. Bazen bir açıklama iştahı artırıyor, bazen bir detay iç sıkıntısını yükseltiyor. Haber okuma alışkanlığımızı bir tür kişisel diyet gibi ayarlamak gerek. Ne eksik, ne fazla. (21, 22, 23)
Bu kadar gündeliğin içinde insanın kalbi en çok nerede yoruluyor biliyor musun? Karşılaştırma yaparken. “Geçen yıl böyle değildi” demek, bugünkü omuzu ağrıtıyor. Karşılaştırma, bizi ya pişmanlığa ya özleme götürüyor. Oysa elimizdeki malzeme ile en iyi çorbayı yapmaya çalışmak, mutfak kadar ruhu da besliyor. Hangi malzeme eksikse o kadar su koyuyoruz, tuzu da sabırla ölçüyoruz. Bazen de komşunun kapısını çalıyoruz. Anadolu’da kapı çalmak ayıp değildir, hele ekmek varsa hiç değildir.
Bütün bunları yazarken bir an durdum. “Peki ya umut?” dedim kendi kendime. Umut, bu topraklarda sadece bir duygu değil, bir beceri. Aşure gibi. İçine her şeyden biraz koyuyorsun. Nohuttan bir tutam, kayısıdan bir parça, şekeri çok kaçırmadan. Karıştırırken sabırla bekliyorsun. Sonra komşulara dağıtıyorsun. Umut, dağıtınca çoğalan tek tatlı. Bir kişiye anlatınca iki oluyorsun. Gülüş, bu ülkenin en yaygın sosyal yardımı. Üstelik başvurusu yok, formu yok, damga vergisi yok.
İşin ironisi şu: Etiketler değişiyor ama cüzdan aynı. Fakat cüzdanın içinde yeni bir şey birikiyor: tecrübe. Tecrübe, nakit gibi hemen harcanmıyor. Yeri geldi mi bütün faturaları tek tek kontrol ettiriyor, haksız bir tahakkuk varsa peşine düşürüyor, servis ücretini sorgulatıyor, markette kasada çıkan sürpriz farkı geri aldırıyor. Tecrübe, ev ekonomisinin görünmez para birimi. Her krizde biraz daha değerlendiriyoruz. O yüzden bugün yazının sonuna gelirken filemdeki biberin iki lira fazlasına eskisi kadar sinirlenmiyorum. “Ben bu biberi nasıl pişirirsem bu parayı hak eder” diye düşünüyorum.
Ve içten bir dileğim var: Resmi rakamlar gerçekten hayatı yumuşatsın. Sular çizelgeye yazıldığı gibi gelsin. Gündem listeleri sadece protokol değil, hanelerin işini kolaylaştıracak somut adımlar sunsun. Belirsizliğin manşeti atılmasın, netliğin ve öngörülebilirliğin haberi yapılsın. O zaman pazara giderken file hafif, yürek ferah olur. Etiketler yine değişsin, ama bu kez iyiye değişsin. Biz de “cüzdan aynı, yetiyor” diyebilelim.
Şimdi pencereyi açıyorum. Sokağın tozu kalkmış, akşam serini kendini gösteriyor. Uzakta bir çocuk top peşinde, yakında bir teyze fesleğeni suluyor. Gölge uzuyor, sesler hafifliyor. Umudu bu manzaradan devşiriyorum. Yarın yine pazara gideceğim. Yine rakamlarla selamlaşacağım. Ama biliyorum ki rakamların arkasında insanlar var. Terini silen kasap, suyunu ölçen esnaf, defterini kapatan bakkal. Hepimiz birbirimize tutunuyoruz. Bu tutuşun adı memleket.
İstersen sen de bugün küçük bir iyilik yap. Bir litre suyu paylaş, bir tarifi öğret, teknolojiden anlayana “şu uygulamayla fiyat karşılaştırması nasıl yapılır” diye sor ve öğren, sonra başkasına anlat. Umudun formülü budur: bilgin varsa paylaş, yükün varsa bölüştür, gücün varsa tut. Etiketleri biz tek başımıza değiştiremeyebiliriz. Ama etiketin üzerindeki hissi, beraberce değiştirebiliriz.
Ve unutma, bu yazıyı yazarken gördüğüm her sayıyı, her gündem notunu, her çizelgeyi bir kere daha kendi dilimize çevirdim. Dilimizdeki “kolay gelsin” cümlesi dünyanın en güçlü politikasıdır. İçinde hem minnet var hem teşvik. Sen de bu cümleyi yanında taşı. Bir gün kasada, bir gün durakta, bir gün komşunun kapısında. Belki de asıl indirim orada başlar.