Klima Kumandasıyla Pazarlık

Bazen hayat dediğin, elinde terli bir kumanda, tavandaki pervane ile pazarlık etmektir. Bir tık daha soğutsa mı, yoksa faturaya yazlık ev parası mı yazsa, hangisi daha az yakar. Bu yaz, memleketin balkonlarında alınan en ciddi kararlar genelde böyle başladı. Bir yanda kavrulmuş asfalt gibi parlayan gündüzler, diğer yanda geceleri kendini kapı eşiğinde bulduran o bıkkın sıcak. Hani şu kapı eşiği vardır ya, bir ayağın evde diğer ayağın dünyada… Bu yaz çoğumuz orada kaldık. İçerideki aletler dışarıdaki sıcağa inat uğuldayıp durdu, dışarıdaki sıcak içerideki huzura inat kapıdan bakıp güldü. Sanki bütün Türkiye tek bir apartman, aynı meseleleri konuşuyor gibiydi: Klima kaçta kalsın, vantilatörün önü buzluksuz olur mu, çamaşır yıkamak serinletir mi, balkon mu ayaz mı, elektrik faturası mı vicdan azabı mı.

Şöyle geriye bir yaslan, durup nefes alalım. Nefes almak bile pahalı hissettirdi kimi gün. Çünkü memleket, temmuzun sonunda bir rekor daha gördü. Resmi kayıtlara göre 50.5 derece gibi insanın dilini bile yakan bir sıcaklık yaşandı. O gün, güneş bile öğle vakti “ben bu kadarını dememiştim” deyip bulut aradı. Biz, ılık bir karpuz dilimini rüzgâr sanıp yüzümüze dayadık. Sadece espri değil, gerçek: 50.5. Rakamın kendisi bile terli.  ([1], [2])

“Bu daha ne ki” diyecek kadar cesur olamadık. Meteoroloji uyardı, “sıcak dalga geliyor” dedi, şehir şehir üstümüze çizelge koydu. Ankara kırk, İzmir kırk, Aydın kırkları aşar, Muğla kırk bir… Liste uzadıkça mutfaktaki buz kalıpları gözümüzde büyüdü. Bizde “esinti hasta eder” diyen teyzeler çoktur, yazın cam kapama bir gelenektir; yine de bu yaz o teyzeler bile perdeleri iki parmak araladı. Çünkü sıcak dediğin bir süre sonra âdetlere, tabulara bile söz geçirebiliyor.  ([3])

Klişe ama doğru: Sıcağın siyaseti yok. Mahallenin berberi, bakkalı, apartman yöneticisi, hoca efendi, dayı, yenge, herkes aynı cümleyi kurdu: “Bu sene başka.” İnsanlar sokağın gölgesini önce gözleriyle arıyor, sonra bedeni oraya yetişiyor. Öğle vakti asfalta basıp “oh mis gibi yanıyor” diyen çocuklarımız bile bir süre sonra “amca çekil gölgeye geçelim” dedi. Gölgeler bu yaz kıymete bindi. Gölge dediğin, bedava serinlik promosyonu gibi. Her köşe başında bir ihtiyat. O yüzden kahvehanelerde masalar pencere kenarına taşındı, çaylar daha küçük bardaklarda içildi, su şişeleri peynir gibi buzdolabında stoklandı. Kasap bile “kıyma çekilene kadar oturun, içerisi serin” diye müşteri oyaladı.

Sıcakla birlikte elektrik, her evde ilişki durumunu “karmaşık” olarak güncelledi. Hani bazı ilişkilerde “konuştuk, anlaştık” denir ya; klima ile öyle olmuyor. Çünkü klimanın bir dilim serinliği, faturada kocaman bir satıra dönüşebiliyor. Nisan’ın başında tarifeler değişti. Mesken abonelerine yüzde 25’lik artış, cüzdanın içindeki havayı bile ısıttı. O gün, “klima kaçta çalışacak” tartışmasının yanına “kaç saat çalışacak” deyip ikinci bir tartışma açıldı. İki taraf da haklıydı. “Serinlik” bir ihtiyaç, “fatura” bir hakikat. İhtiyaç ile hakikat, yaz boyu masanın iki ucunda birbirine baktı.  ([4], [5])

Ama mevzu sadece artış değil. Kademeli tarife hayatımıza oturduğundan beri, bazı cümleler günlük konuşmaların arasına sızıp kaldı. “Günlük 8 kWh’ı geçmeyelim” mesela. Bir zamanlar evlerde “şeker kaç kaşık olsun” diye sorulurdu, şimdi “kademeyi aştık mı” diye soruluyor. Kademeyi aşmak, sanki mahalle apartmanında gece 12’yi geçince kapı kapanması gibi. Bir eşik. O eşiği geçince faturaların dili değişiyor. Dil değişince, sofrada konuşulanlar da değişiyor.  ([6])

Bütün bunlar olurken ülkede tüketim de tavan yaptı. Sıcakta çalışan klima, fan, buzdolabı üçlüsü bir orkestra gibi çaldı. Kabloların içinden akan elektrik, bir yaz marşı gibi sürekli tekrarlandı. Günlük tüketimde rekor üstüne rekor haberleri düştü ekranlarımıza. Dijital tabela gibi göz kırpan rakamlar gördük. “1.2 milyon megavatsaatin üzerine çıktı” türü cümleler, bize sadece mühendis cümlesi gibi gelmedi. Onun içinde evimizin uğultusu, sokağın sersemliği, otobüsün buharı vardı. Rekor denen şey, iklimin şahsi intikamı değil; kolektif serinleme arayışımızın doğal sonucu.  ([7])

Yazın bir hikâyesi daha var. Anadolu evlerinde kapı önleri yine şenlendi. Plastik sandalye, serince toprak, gölge veren üzüm asması, limonlu çay. Serinliğin gölgesini yapan şey aslında bu basit görüntüler. Bir yanda binlerce liralık klima, diğer yanda anneannenin ıslak bezle abanın üzerine koyduğu pratik. İkisi de çalışıyor, ikisinin de bedeli var. Biri faturada yazıyor, diğeri muhabbette. Bu yaz, muhabbetle serinleyen çok insan gördüm. Hani biri çıkar, “gel hele az dur” der ya, iki kelime bile kanı serinletir. Konuşmanın serinliği var. Hakikaten var.

Bazı akşamlar, apartmanın merdiven boşluğu rüzgâr yapar. Bizim buralarda buna “çekinti” derler. O çekinti, sanki yazın hakkını geri alır. Bir kapıyı aralarsın, o aralıktan bir sürü hatıra geçer. Çocukken yaz akşamlarında dışarıda saklambaç oynadığımız geceler gelir akla. Parktaki salıncaklar, mahalle bakkalı, karpuz kabuğunun yüzdürülmesi. Şimdiki çocukların yazı, klimayla test çözmek arasında gidip geliyor. Çocuklar “klima açalım mı” diye sormalı mı, yoksa “camı açalım mı” mı demeli. Bazen küçüklerin cümleleri bize yön gösterir. Onlar doğrudan konuşurlar. “Bunaldım” der, olur biter. Biz büyükler, “bütçe, kademeler, tarife” derken cümleler uzuyor, serinlik gecikiyor.

Şehrin hikâyesi ise başka türlü. Toplu taşımada camlar kapalı, klimalar bazen çalışır bazen küs. Bir gün otobüste şoförün arkasındaki küçük vantilatörü görünce gülümsersin. Hani şu masa vantilatörlerinden. Şoför de insan. Korna sesi sıcakla birleşince sinire dönüşür, yolun her çukuru sabır ister. Taksiye binersin, “abi klima açarsan ücret artar” gibi bir şaka yaparsın, ikiniz de gülersiniz ama içten içe cümle gerçek gibi gelir. Sıcakta mizah, gülme ihtiyacının en doğal hali. Bir de minibüs cam kenarı vardır, sanki dünyaya açılan balkon. Orası hep bir tık daha serin.

Mahalle bakkalı da bu yazın ekonomi hocası gibiydi. Buz kalıbı, soda, ayran ve dondurma tüketimi artınca “abi sen bu yaz iyi zayıflarsın” diye takılır. Bakkalın terazisi, evin tartısından daha vicdanlıdır bazen. Bugünlerde bir kilo karpuzun fiyatını söylemeden önce gözünü kaçıran bakkallar gördüm. Fiyat etiketinin dili bile “kusura bakma abi” der gibi. Hepimiz bir şeylerden özür diler olduk. Sıcaktan yapılmamış işler için, gecikmiş telefonlar için, kısa konuştuğumuz için. Oysa mesele özürlük değil, idarelik. Yaz, memlekette biraz da idare etmenin mevsimi.

Ev içindeki küçük muhabbetleri düşün. Salonun perdelerini çamaşır ipine mandalladığın o dakikayı. Güneşi kırmak için en basit çözüm. Mutfak masasının üzerine konan fanın önüne suda bekletilmiş yastık kılıfı. Evin en serin yerini bulup oraya serilen kilim. Bu pratiklerin her biri, Anadolu zekâsının küçük parıltıları. Bir yerde okumuştum, çöl kavimlerinin öğle uykusu kültürü, yaşamı sıcağa göre ayarlamanın en doğal yöntemiymiş. Bizde öğle uykusuna “tembellik” diye bakılırdı, şimdi yavaş yavaş “hayatta kalma stratejisi” olarak itibar kazanıyor. Öğle vakti kısa bir kestirme, akşam saatlerinde daha sahici bir muhabbet olarak geri dönüyor.

Gel gelelim, iş temposu güneşle pazarlık yapmıyor. Fabrikada vardiya, sanayide atölye, fırında lavaş. Emek dediğin, en çok sıcakta görünür oluyor. Fırıncıların yüzündeki kızarıklık, kaynakçının kolundaki iz, tarlada çalışanların alnındaki çizgiler… Onlar klimanın düğmesine basamıyor. Onlar için serinlik, yelek cebindeki ufak bir kolonya, su bidonunun gölgesi, öğle paydosunda duvara yaslanan beden. Yazı konuşacaksak, bu bedenlerin hakkını vererek konuşalım. Çünkü serinliğin eşit dağılmadığını kabul etmezsek, cümlelerimiz klimadan çıkmış hava gibi kuru kalır.

Akşamüstü, mahalle camisinin avlusunda bir esinti dolaşır. Ezanla birlikte güneş biraz geri çekilir sanki. O esnada insanların yüzüne bir “tamam, bitti” duygusu gelir. Herkesin evinde aynı ritüel: Perdeler açılır, evin içi havalandırılır, balkon masasına yeni demlenmiş bir çay konur. Çay sıcaktır ama sohbeti serindir. Belki de sıcağa rağmen çaydan vazgeçmeyişimiz, sohbetten vazgeçmemeye olan inadımızdandır. Sofrada domates kabuğunun kıvrımında yazın resmini görürsün. Peynirin üzerinde kalan çatal izi bile, günün yorgunluğunun anısıdır.

Kırsalda durum başka türlü anlatılıyor. Dam üstüne kurulan serin gece sofraları, saman kokusu, uzaklardan gelen köpek havlaması. Köyde yaz, “ayıp olmasın” diye herkesin elini taşın altına koyduğu mevsim. Kazan kaynar, komşunun uzattığı tencere geri dolu döner. Yazın kırsalda en başat cümle “gel yiyelim”dir. Sıcak ekmeğin buharı bile serinlik sayılır orada. Bir gölgeliğin altına üç sandalye, dördüncüyü eklemek için fazla düşünmeye gerek yoktur. Gökyüzü genişledikçe, kalp de genişler. Bazı dertlerin çözümü genişlikte saklıdır.

Şehirde ise balkona balkon ekleyen bir telaş. Çamaşır iplerinin üzerine gerilen beyaz çarşaflar, bir anda gölgelik oluyor. Apartmanlar arası dürüst bir uzlaşı: Kimse kimseye gölge yaptığı için kızmıyor bu yaz. Gölge, paylaşılınca kıymeti artan bir şey. Hatta kimi sokakta komşular, senin duvarına benim brandayı bağlayalım diyerek ortak gölgelik yapıyor. Şehir planlaması bazen ofis masasında çizilir ama asıl planlama sokakta doğaçlama yapılır. Bu yaz, şehir sakinleri kendi kent mobilyasını icat etti. En ucuz gölgelendirme sistemleri, birer apartman yeniliği olarak hayatımıza girdi.

İşin bilgi tarafında söylemeden geçmeyeyim. “Bu yaz neden bu kadar sıcak” sorusuna verilecek cevaplar uzun. Ama bilim insanlarının cümleleri netleşiyor. İçinde bulunduğumuz çağ, ekstrem değerleri daha sık, daha sert karşımıza çıkarıyor. Geçtiğimiz ayın dünya ölçeğinde tarihin en sıcak üçüncü temmuzu olması, bunun göstergelerinden biri diye anlatıldı. İçinde Türkiye rekorunun da yer aldığı raporlar yayımlandı. Bilginin dili serinkanlıdır, ama taşıdığı haber bizde yeni alışkanlıklar talep ediyor. Gölgeyi, yeşili, rüzgârın koridorunu planlara yazmak; şehirde hayatı akşamüstüne kaydırmak; evlerimizi yalıtım cümleleriyle yeniden kurmak.  ([8])

Peki biz bu işin neresindeyiz. Faturayla barış yapmanın, sıcağa karşı sabır üretmenin, gündelik hayatta küçük taktikler geliştirmenin neresinde duruyoruz. Bu yaz öğrendiğim birkaç şeyi anlatayım. Birincisi, serinlik yalnız kalınca gelmiyor. İki kişi yan yana oturunca, muhabbet başlayınca, dalga dalga geliyor. İkincisi, evdeki aletlerle aranı iyi tutmak yetmiyor; evin kendisiyle de konuşman lazım. Perdeleri güneş doğmadan kapatmak, akşamüstü açmak, içeri giren ışığı süzmek, buzdolabının arkasını boş bırakmak, fırını geceleri kullanmak, çamaşırı sabah erken asmak. Bunlar birer küçük anlaşma. Üçüncüsü, kademeyi anlamak. Günlük tüketim hesabı yapmadan “ne olacak ki” demek, ay sonunda ummadığın bir tokat gibi dönebiliyor. Tarifelerin dili kuru gibi görünse de evin diline çevrilince çok şey anlatıyor. Kısacası, ev ekonomisi artık biraz elektrik dilinden konuşuyor.

Dördüncüsü, komşuluk. Bir kattaki üç ev, cephe boyunca birer gölgelik yapınca, hem herkes kazanıyor hem de sokak serinliyor. Çocuklar için küçük su oyunları güvenli bir alanda kurulduğunda, sıcakla anlaşma sağlanıyor. Mahallede bir “serinlik saatleri” uzlaşısı bile gördüm. Öğle vakti sesli işler erteleniyor, akşamüstü kapı önü buluşması yapılıyor. “Ne var bunda” demeyin. Ritmi düzenleyen küçük kurallar, mevsimin öfkesini alıyor.

Beşincisi, su. Su içmenin basit bir davranış olduğunu unutmuşuz. Buzsuz, limonsuz, süssüz su. Suyun en güzel tarafı, kimseye ekstra bir şey borçlu bırakmaması. İnsanın içini çizmeden, boğazı yormadan gerekeni yapması. Marketin rafında litrelik şişelerin önünden geçip evdeki sürahinin kıymetini anladığımız bir yaz oldu. “Çeşmeden doldurup içmeyin” diyecek kadar karamsar değilim. Doğru filtreyle, güvenli kaynakla, su yine su. Bir de şu var: Su içmeyi hatırlamak için telefona alarm kuranlar çıktı. “Su vakti” diye çalan bir melodi, şehir hayatının en naif habercisi.

“İş güç ne olacak” diye soranlara da bir çift söz. Çalışırken serinlemenin çalışma kültürümüzle ilgisi var. İşyeri yöneticilerinin öğle saatlerinde klima politikasını yaz tatili broşürü gibi açıkça duyurması gerekiyor. “Şu saatler arası şu ayar” gibi netlik, hem çalışanı hem patronu rahatlatır. Daha fazla hedef, daha fazla performans konuşacağımıza bu yaz “daha fazla serinlik” diye bir bölüm açsak fena olmaz. Mesela üretim sahasında su dağıtım rutini, ofiste gölgelik alanların tasarımı, toplantı saatlerinin güne göre ayarlanması. Bunlar lüks değil, verimlilik.

Bir de ev içindeki minik kriz masalarını düşün. “Klimayı 25’e almaya var mısın” pazarlığı. Kimse 23 demesin, kimse 28’de diretmesin. Ortalamada buluşalım, konforu demokratikleştirelim. Bazen anlaşamadığımız olur. O zaman başka yollar var. Vantilatörü doğru konumlamak mesela. Çapraz hava akımı mantığı, evin mimarisi kadar ilişki mimarisini de kurtarır. Vantilatörü pencere tarafına değil, iç mekana doğru çevirip serin havayı evin içine yaymak, akşam saatlerinde dışarıdan gelen serinliği içeri çağırır. İki pencere arasında koridor açmak, evin içinde nazik bir rüzgâr üretir. Mutfakta ısı yapan işleri akşama ertelemek, buzdolabının kapısını kolay kapanır hale getirmek, fırının yerini yeniden düşünmek. Kısacık gibi ama ay sonunda faturada uzun cümlelere dönüşür.

Bir akşamüstü, mahalle parkında gözüm takıldı. İki yaşlı amca bankta oturuyor. Birinin elinde ufak bir avuç içi yelpaze. Diğerinin avucunda musluktan ıslatılmış bir mendil. İkisi de şikâyet etmiyor. Biri “bu yaz öğleden sonra çok konuşmamak lazım” diyor. Diğeri “konuşacaksak akşamüstü konuşalım” diye ekliyor. O bankın üzerinde yaz mevsimine ilişkin mütevazı bir manifesto okudum sanki. Yaz koordinatı: Gölge, su, sessizlik. Üçü bir araya gelince serinlik yazılır.

Gelelim “neden bu kadar büyüttük bu serinlik meselesini” sorusuna. Çünkü sıcak, yalnızca hava durumu değil. Yürümek, konuşmak, çalışmak, gülmek, sinirlenmek, sevmek. Hepsini etkiliyor. Bir ilişki kavgasının arka planında bazen yalnızca 1 derece fazla ısı yatıyor. Serviste sabah “günaydın” demeyen birinin sesi, belki bir gece önce uyuyamadığı için böyle çıkıyor. İnsanın birbirine karşı gardı, havanın gardına göre değişiyor. Yazın insanı sinirlendiren kısmı bazen birbirimizi eksik anlamamız. “Yine mi klima açık bıraktın” diye başlayan cümleleri “iyi misin” diye bitirebilsek, evdeki hava da değişir.

Burada biraz da yüzleşelim. Biz plan yapmayı sevmeyiz, hoşumuza gitmez. Akışına bırakırız. Ama kabul edelim, iklim artık akışımıza uymuyor. Yazın gölgesini büyütmek zorundayız. Belediyelerin ağaç politikaları, kent içi serin koridorlar, çocuklar için su istasyonları, meydanlardaki buhar sisleme sistemleri. Bunlar küçük detaylar değil, yazı yaşanır kılan hamleler. İşte “rekor sıcaklık” haberlerinin bize attığı gizli pas bu. “Ben geldim” diyor sıcaklık, “sen de planını yap.”  ([9])

Bir de şu var. Yazın sonu yaklaşırken, okula dönüş telaşı yavaş yavaş kapıdan bakıyor. Henüz eylül değil ama kırtasiye rafları çoktan yerini aldı. Çocukların sırt çantaları, defterleri, kalemleri derken evin içindeki liste uzuyor. Bu liste, sıcakta daha da yorucu. Çünkü markette ki koşuşturma temmuz sıcağının içinde bir maratona dönüşüyor. Bu yüzden, serinlik planı yaparken “okula dönüş” planını da yanına koymak akıllıca. “Bir akşamüstü gidelim, kalabalık azalsın” gibi küçük hamleler, yazı başarıyla bitirmenizi sağlayabilir. Serinlik bir disiplin; ama hayata kızmadan, kendine yüklenmeden uygulanınca kıymeti artıyor.

Bir başka akşam, apartman boşluğunda komşularla denk geldim. “Bu yazın en iyi icadı nedir” diye sordum. Biri “balkona gerdiğimiz çarşaf” dedi, bir diğeri “vantilatörün önüne koyduğumuz pet şişeler”. Bir başkası “tül perdeyi iki kat yapmak” diye ekledi. Bir de “öğle arası susmayı öğrenmek” diyen çıktı. Güldük. Bu, güzel bir gülüştü. Çünkü bu gülüşün içinde, bütün yaz biriktirdiğimiz küçük zaferlerin sesi vardı.

Gece, yüzünü balkona döndüğünde şunu fark ediyorsun. Yazın en iyi terapisi gökyüzü. Şehrin ışıkları kaçmazsa yıldız az, ama gökyüzü yine de geniş. İçinden geçirdiğin dilekler, yakından esen bir rüzgârla birleşince, kalbinin ayarı iki tık düşüyor. Klima kumandası elinden düşüyor, dünyanın kumandası eline almadan serinlemeyi başarıyorsun.

Yazının başına döneyim. Klima kumandasıyla pazarlık etmek, bu yazın en yaygın sahnesiydi. Ama pazarlığı sadece makinelerle değil, kendimizle de yaptık. “Bugün biraz yavaşlayabilir miyim”, “akşamüstü serinliğinde konuşabilir miyiz”, “komşunun gölgesini kendime dert etmeyip teşekkür edebilir miyim”. Bu cümleler, faturada görünmüyor. Ama evdeki havanın kimliğine yazılıyor. Bir evin nüfus cüzdanı varsa, yazın oraya “serin ve anlayışlı” yazılmalı.

Son bir not. “Bu yaz başka” demeye devam edeceğiz gibi duruyor. Rekorlar haber olmaktan çıkıp gündelik yaşamın parçası oldukça, dilimiz de değişecek. “Sıcakta çalışmaya uygun mesai”, “serin koridor planı”, “gölge hakkı”, “kademeyi aşmayan mahalle sözleşmesi”. Şaka gibi dursa da bunlar mümkün. Apartman toplantısında alınacak iki karar, belediyeye yazılacak üç öneri, okul Aile Birliği’nde yapılacak bir konuşma. Hepimiz, yaşadığımız yere minik serinlik adaları bırakabiliriz. Yaz ağır bir misafir. Ona büyük gürültülerle değil, küçük akıllarla karşılık verelim.

Ve elbette yine hatırlatayım. Sıcağın hikâyesi sadece hissiyat değil. Rakamları da var, raporları da. Bu yaz Türkiye’de 50.5 derecelik ulusal rekor, Avrupa’nın kavrulduğu bir dalganın içinden çıktı. Meteoroloji şehir şehir uyardı, biz sokak sokak önlem aldık. Nisan başında elektrik tarifeleri değişti, kademeli eşiği ev ekonomisine yeni bir söz ekledi. Günlük tüketimde rekorlar haber oldu. Bütün bunlar, bir yazın aklını ortak yazmamız gerektiğini söylüyor. ([10], [11], [12])

Bazen tek bir yaz, insanın bütün alışkanlıklarını elden geçirir. Bu yaz da öyle yaptı. Kapıyı eşiğinde bırakıp “serinlik” ile “ekonomi” arasında gidip geldik. Ama şunu gördük: İkisi de uzlaşıyor. Şartları konuşunca, faturayı anlayınca, gölgeyi büyütünce, muhabbeti çoğaltınca. Şimdi kumandayı masaya koy, gökyüzüne bir bak, derin bir nefes al. Şu serin akşamüstü, bütün yazın emanetidir.

Yorum Gönder

Blog içerisinde minimum hatta hiç görsel kullanmamaya özen gösteriyorum, dikkat dağıttığına inanıyorum. Yazılarımda amacım sizlerle sohbet etmek, dahil olmak isterseniz yorum bırakmanızı rica edeceğim, mutlaka cevaplıyor olacağım, kendinize iyi davranın...

Daha yeni Daha eski