Bazen sabahları çaydanlığın kapağı hafifçe titrer ya, hani o en küçük sarsıntıda bile mutfak camı tık eder. İşte o tık sesine Anadolu insanı pek çok anlam yükler. Kimisi havanın rüzgârı der, kimisi komşu kapıyı sert kapattı sanır. Aslında kalbimizin en dipte sakladığı korku ara sıra kapıyı yoklar. Deprem deyince gözümüzün önüne yıkılmış binalar, toz bulutları, siren sesleri, “İyi misiniz” diye çığlık atan bir komşu gelir. Sonra işler güçler, faturalar, okul servisleri ve ekmek kuyruğu bu görüntülerin üstünü örter. Hayatın günlük telaşı, ülkede sarsıntıdan daha kalın bir battaniyedir. Biz o battaniyenin altına girip üşümemiş gibi yapmayı severiz. Yorganı çekince üşümenin bitmediğini bile bile.
Bu topraklarda deprem konuşmak kader konuşmaktır, ama ben kaderi suç ortağı yapmayı sevmiyorum. Anadolu’nun suyu nasıl soğuk akar, yaz akşamları nasıl serinlik olur, yerin altı da öyle, kıpır kıpır. Yüzyıllardır böyle. Mesele şu ki, suyun soğukluğunu bilip testiyi sağlam yapanın, serinliğe göre üstünü alanın aklı, sıra deprem olunca sanki üzerimize afakan basıyor. İmar kağıtlarını gül yüzlü memurdan alıp da zemini görmezden geliyoruz. Ödemelerimizi günü gününe yapıp da binanın demirini, betonu, kolonlarını sormayı ayıp sayıyoruz. Mahallede haftada bir mangal dumanı kalkar, ama toplanma alanımız neresi bilmeyiz. Yolda karşılaştığımızda selamı esirgemeyiz, ama komşunun kapısını gece yarısı çalabilme cesaretimiz yoktur. Deprem bir gün gelir kapıyı çaldığında aslında komşunun kapısını çalabilmek hayat ile ölüm arası bir çizgidir. Biz çizgiyi çizmek yerine hep başkası çizsin deriz.
“Bina sağlam mı” diye sorduğumuzda aldığımız cevap genellikle aynı. “Daha yeni, müteahhit akraba.” Akrabalığın demire faydası var mı bilmiyorum, ama hesabı doğru yapılmamış beton akrabalığa bakmaz. Mühendislik bir gönül işi, bir namus meselesi. Bazen de bir korku meselesi. Sarsıntının ne olduğunu bilen biri olarak söylüyorum, o korku ölçüyü ayarlar. Kağıt üzerinde çizgiler var diye içimiz rahatlar. O çizgileri derinlemesine anlamayı ertelediğimiz her gün duvara asılmış boş bir diploma gibi durur. Diplomanın asılı olduğu duvar da o çizgiler yüzünden yıkılırsa, duvarın ardında kalan simitçinin, pazarcının, öğretmenin, yaşlı ninenin ne suçu var. Bu ülkenin insanı, sabrın her rengini ezbere bilir. Yine de bazen sabrın ardına saklanan ihmal, sabrı kirletir. Deprem meselesinde asıl kirletici budur. Küçük gibi görünen erteler, büyük enkazların gölgesine dönüşür.
Duydun mu hiç, taşın hafızası var derler. Betonun da var. Hangi kumla yoğruldu, hangi suyla karıldı, demirin pası sevip sevmediği, usta aceleci miydi, öğle paydosunda kalıp çözülüp çözülmediği, hepsini kaydeder. Beton yalan söylemez. Bizim yalanımız çoğu zaman iyi niyet maskesiyle gelir. “Olur o kadar” deriz. “Zaten buraya pek deprem de gelmez” deriz. Sonra bir sabah, çaydanlığın kapağı değil, şehir titrer. O güne kadar görmezden geldiğimiz küçük uyarılar birdenbire üstümüze atlar. O gün kimse kimseden hesap sormaz aslında. Önce herkes kendinden hesap sorar. “O evrakı imzalarken başka şeye baktım, zemini sormadım, komşuyla plan yapmadım, çocuklara okulda tatbikatı önemsemedim, evde düdük bulundurmadım, kapının önüne ayakkabıları koymadım, su stoğunu yapmadım.” İnsan işte, ihmalin ağırlığı en çok kendi omzuna çöker.
Anadolu’nun genç kızları, delikanlıları, anneleri babaları, hep aynı cümleyi kurarız. “Bir daha böyle olmasın.” Sonra zaman akar, yaralar bir şekilde kabuk bağlar, gündem değişir. Deprem konuşmak yorucu gelir, çünkü konuşmak hesaplaşma demektir. Biz de bir tür toplumsal barış anlaşması yaparız kendimizle. Deriz ki “Allah beterinden saklasın.” Amin, saklasın. Fakat sakınmanın kapısını biz açmak zorundayız. Anahtar cebimizde. Şimdi elimizi cebimize atma vakti. Anahtarın dişleri bilgi, örgütlenme, dürüstlük, denetim, dayanışma. Bu beş dişten biri eksik olursa kapı yarım açılır. Yarım açılan kapı, acil bir gecede hiçbir işimize yaramaz.
Gelin, mahallenin diliyle konuşalım. Deprem dediğin şey önce evde başlar. Evimizde sabitlenmemiş kitaplık bir depremdir. Baş ucunda duran ağır çerçeve bir depremdir. Koridoru daraltan ayakkabılık bir depremdir. Çocuğun yatak üstündeki rafı bir depremdir. Mutfakta baş üstü dolabındaki cam kavanozlar, yatak odasındaki boy aynası, televizyonun sehpa üzerindeki gevşek duruşu, hepsi minik minik deprem. Büyüğü geldiğinde küçükler ya düşmanı olur ya da kalkanı. Evdeki eşyayı duvara sabitlemek bazen bir dua kadar güçlüdür. Aynı zamanda da sevgidir. Ailene, kendine, komşuna sevgidir. Çünkü o raf düşmeyince sen de düşmezsin, komşunun da eli sana uzanır.
Bir de toplanma alanı meselesi var. Biz mahalleyi biliriz, bakkalı tanırız, manavla selamlaşırız. Nerede toplanacağımızı sorunca aklımıza cami avlusu, okul bahçesi, boş bir arsa gelir. Ama bilen kaç kişi. Bir akşamüstü, çay suyunu ocağa koyduğumuzda beş dakikayı buna ayıralım. Haritayı açalım, belediyenin duyurusuna bakalım, mahallenin muhtarıyla konuşalım. Bir kağıda yazıp buzdolabına asmak küçücük bir hamle. Fakat o kağıda baktıkça kafamızda bir düzen kurulur. Deprem anında düzen her şeydir. Hangi kapıdan çıkacağını, kimin elini tutacağını, kimleri arayıp “İyiyiz” diyeceğini bilmek, kalbin hızını yavaşlatır. İnsan panik anında bildiğine koşar. O yüzden bilmek, koşulacak yolu önceden çizmek demektir.
Kentsel dönüşüm deyince zihinler hemen yıkım ve vinç görüntüsüyle dolar. Oysa dönüşüm, müteahhit ve daire sayısından çok daha önce zihinlerde başlar. Mesele sadece kat karşılığı anlaşmanın maddesi değil, mahalle dediğimiz canlı dokunun nefes alıp alamadığı. Bir sokağın hikâyesi vardır. Çocuğun okul yolu, yaşlının kasaba gidişi, gençlerin akşamüstü buluştuğu park, camiden çıkan cemaatin gölgesine sığındığı çınar. Binaları yenilerken bu hikâyeyi de koruyabilmek, deprem kadar önemli. Çünkü afet sonrası hayata tutunmayı kolaylaştıran şeylerden biri de sıradan alışkanlıkların devam edebilmesidir. Her şey değişince insanın omurgası kırılır. Bunun için planı sadece betonun üstüne değil, yaşamın akışına çizmek gerekir.
İmar afları, göz boyamalar, görmezden gelmeler, “ne olacak canım” demeler. Bu cümleler Anadolu irfanının değil, Anadolu yorgunluğunun ürünü. İnsanın geçimi zor, cebin şartları belli. Yine de neyi göze alıp almadığımızı düşünmek zorundayız. Bir imza attığımızda sadece kendimiz değil, bizden sonra kapıdan girecek çocuk, o çocukla oynayacak komşunun torunu da etkileniyor. İmar denen mesele kağıttan ibaret değil. O kağıt bazen yerin beşinci katına uzanan bir kök gibi. Tutunur ya da çürür. Çürürse üstünde duran bütün dallar, yapraklar kurur.
Deprem vergisi, sigorta, denetim, hepsi ayrı ayrı kutu gibi görünüyor. Bu kutuların ipini birbirine bağlamak lazım. DASK yaptırdın mı, poliçe tarihi güncel mi, konut kredi mevzuatında zorunluluk var mı, bunlar bürokratik sorular gibi dursa da içlerinde çok duygusal bir şey saklı. Güvence duygusu. İnsan başını yastığa güvenle koymak ister. İlk yardım eğitimi de böyledir. Mahallede bir iki kişi bu eğitimi almış olsa, bir düdük sesiyle birinin nabzına bakacak eli olur, birinin omzuna koyacağı battaniye olur. AFAD’ın, belediyenin, üniversitelerin açtığı eğitimler var. İşimiz gücümüz yoğun, doğru. Fakat ayda bir iki saat, kahvehane sohbetinden alıp bu eğitime koyduğumuzda, sohbet konusu da zenginleşir. “Geçen hafta turnike yaptık” demek, hem bilgiyi yayar hem merakı ateşler.
Bir de çocukların dünyası var. Deprem onların dilinde farklı bir ürperti. Okulda tatbikat yapıldığında bazen gülüşerek eğlenceye çevirirler, bazen de o gülüş merak ve korkunun maskesidir. Evde onların diline göre anlatmak gerekiyor. Odanın en güvenli köşesini birlikte bulmak, küçük bir sırt çantası hazırlayıp içine sevdiği bir oyuncağı, bir küçük suyu, birkaç atıştırmalığı koymak, çantanın ağzını birlikte kapatmak, çocuğa “Bu çantanın adı cesaret çantası” demek. Cesaretin sesini duydukça korku zayıflar. Çocuk kendini güçlü hissederse felaket anında büyüklerin omzundan korkuyu alır, büyükler de daha soğukkanlı davranır. Depremi, dünyanın düzeninin bir parçası olarak anlatmak, cezalandıran bir el gibi değil. Çünkü çocuklar kalpleriyle dinler, cezayı hak etmediklerine inanırlarsa dünya daha adil gelir. Adalet duygusu ayakta tutar.
Komşuluk, Anadolu’nun gizli sigortasıdır. Asansörde iki katlık yol, kapı önünde iki cümle, balkondan “Bir şeye ihtiyacınız var mı” diye seslenmek. Toplumsal dokunun görünmez lifleridir. Deprem olduğunda o lifler birbirine düğümlenir. İyi düğüm atmayı bilmek lazım. Mahallede küçük bir whatsapp grubu ya da daha geleneksel bir defter bile fark yaratır. Her daire bir telefon numarası, bir kan grubu bilgisi, evde engelli, hasta, yaşlı var mı, evcil hayvan var mı, depoda yangın tüpü nerede, apartmanın ana vanasına kim ulaşabilir, anahtar kimde, hepsini küçük küçük yazmak, herkesle görünür kılmak. O defterin yıpranan kapağı aslında bir şehrin omurgasıdır. Deprem gecesi elektrik kesilse bile defter oradadır. Telefon çekmese bile kapı vardır, tokmak vardır.
İşin bir de vicdan muhasebesi var. Siyasetten bağımsız, kavgadan uzak. Bir bina yapılırken denetleyen ile denetlenen arasındaki mesafe ne kadar, bu mesafeyi açmak için neler yapılabilir, vatandaş olarak biz neyi talep etmeliyiz. Bazen küçük bir talep çok şeyi değiştirir. “Bu binanın zemin etüdünü görmek istiyorum” diyen bir alıcı, biri daha der, sonra üç kişi daha. Talep çoğaldıkça piyasa da ona göre hizalanır. Kötü alışkanlıklarımız böyle kırılır. Mahalle bakkalı bile müşterinin isteğine göre raf dizer. Şehir dediğin devasa bir bakkal aslında. Biz rafın en güvenlisini, en sağlamını, en sağlıklısını isteyeceğiz ki o da onu koysun.
Deprem sonrasında en çok konuşulan şeylerden biri yardım. Yardım meselesi incinmiş bir vicdanın merhemidir. Ama yardımın da aklı vardır. İlk saatlerde su ve gıda kadar bilgi de kıymetlidir. Doğru bilgiyi yaymak, yanlış bilgiyi durdurmak. Anadolu’da söz uçar derler, ama artık söz uçar, ekran kalır. Ekranlara inen her bilgi yürekleri ya teselli eder ya da daha da yakar. O yüzden dillere düğüm atmayı bilmek lazım. Şaibe kokan her cümleyi, doğrulanmamış her haberi, bir kere olsun kontrol etmeden iletmemek. Yakınını arayanın duygusunu anlamak ayrı, panik ateşini harlamak ayrı. Biz ikinciye su tutalım.
Kimi zaman depremi sadece fiziksel bir yıkım gibi konuşuyoruz. Oysa o sarsıntı, ruhların içindeki dolapları da devirir. Yas, kayıp, suçluluk, öfke, boşluk. Bu duyguların hepsi bir eve sığmaz, bir şehre sığmaz. Psikolojik destek almak, bunun ayıp bir şey olmadığını bilmek gerekir. Anadolu insanı güçlüdür derler, doğrudur. Gücün bir rengi de yardım istemektir. Bunu kabul edince yara daha doğru kabuk bağlar. İbadetle, dua ile, komşunun sıcak çorbasıyla, psikoloğun sakin sesiyle, öğretmenin sabırlı bakışıyla, doktorun titiz eliyle, hepsi bir arada, yavaş yavaş. Kayıp yaşayan komşunun kapısına sadece ilk hafta değil, üçüncü ayda da varmak gerekir. Çünkü acının takvimi farklı işler. İlk günlerde kalabalık olan ev, aylar geçtikçe yalnızlaşır. Yalnızlığın ortasına bir sandalyeyi çekip oturmak, bazen bütün yardımlardan daha çok işe yarar.
Biraz da köylerden konuşalım. Deprem dendiğinde akla daha çok şehirler gelir. Oysa dağın eteğinde küçücük bir köydeki kerpiç evin hikâyesi de bu ülkenin deprem hikâyesidir. Kerpiç duvara dayanan soba borusunun sallanışı, ahırın kapısındaki sürgü, samanlığın dengesiz rafı, köyün tepesinden köye bakan eski okulun çatısı. Köylerde çare çoğu zaman imece. İmece kültürü bu toprakların en büyük icatlarından biri. Köy kahvesinde bir akşamüstü, iki mühendislik öğrencisini davet etmek, ya da ilçe belediyesinden bir teknik eleman rica etmek, köyün camisinde, okulunda bir küçük eğitim düzenlemek, soba borusunun duvara nasıl sabitleneceğinden, ahırın duvarına açılacak çapraz desteklere kadar konuşmak. Büyük lafların, büyük planların yanında küçük somut işlerin mutluluğu vardır. Yaşlı Mehmet amcanın evindeki aynayı sabitlemek, Ayşe teyzenin ocağının üzerindeki dolabı aşağı almak, görünürde küçük işler. Deprem gecesi büyük fark.
Gelelim teknolojiye. Erken uyarı, sensör, aplikasyon, siren. Bunlar umudu besleyen şeyler. Ama sihirli değnek değiller. Aplikasyon var diye evdeki dolabı sabitlemeyi unutursak, teknoloji sadece moral olur. O da en fazla üç gün sürer. Doğru olan, bilgiyi teknolojiyle güçlendirmek. Herkesin telefonunda bir acil durum listesi olabilir. Yakınların numaraları, kan grubu, ilaçlar, alerjiler, mahalle toplanma alanı. Telefonun şifresini bilecek kadar güvendiğimiz biri olmalı ki o listeye erişebilsin. Şarj aleti birden fazla yerde dursun. Arabadaki çakmaklık dönüştürücüsü, evde yedek powerbank, okul çantasında küçük bir pilli fener. Bunlar lüks değil. Anadolu insanının günlük tedbir kültürü böyle inşa edilir. Kışa girerken turşu kurmak nasıl ihtiyaçsa, afet çantası hazırlamak da ihtiyaç.
Şimdi diyeceksin ki iyi güzel anlatıyorsun, peki bu kadar şeyi tek tek nasıl yapacağız. Cevap küçükten büyüğe. Ev. Apartman. Sokak. Mahalle. İlçe. Şehir. Ülke. Her halka için birer küçük liste. Bu listedeki her kalem bir gün konuşulacak, yapılacak. Haftada bir akşam dizi izlemek yerine apartman toplantısı. Dizi final yapmaz, nasıl olsa bir sonraki sezon devam eder. Apartman toplantısının finali hayat kurtarır. O toplantıda yangın tüpünün tarihi, apartman içi tatbikat, acil durum defteri, asansörün depremde kullanımı, ana vanaların yerleri, merdiven boşluğuna konan fazlalıkların kaldırılması, kapıların önünde serili kilimlerin toparlanması, ola ki bir sarsıntıda ayağa dolanmasın. Minik minik, ama çok önemli.
İşin bir de şehir planlaması tarafı var. Bu kısım sanki bizim alanımız değilmiş gibi gelir, ama aslında en çok bizim alanımız. Şehir dediğin bizim hayatımız. Belediye meclisinde görüşülen bir madde, kentin rüzgâr koridorunu, toplanma alanlarını, ulaşım akslarını, sağlık hizmetlerine erişimi etkiler. Seçim zamanı vaat dinlerken, “Deprem için ne planlıyorsunuz” diye sormak, sormaktan vazgeçmemek. Gecekondu hafızasını projeye dönüştürmek, kenti hem adil hem güvenli yapmak. Sadece şehrin merkezine değil, kenar mahalleye de aynı güven ve aynı hizmetin ulaşmasını talep etmek. Kimsenin uçtan düşmediği bir masa ancak o zaman kurulur.
İş dünyasının payı da var. Fabrika, atölye, mağaza, ofis. Çalışma saatleri içinde olacak bir deprem için plan var mı. İşveren toplantı yapıp çalışanlara prosedür anlattı mı. Rafların sabitlenmesi, kaçış yollarının işaretlenmesi, acil durum ekiplerinin seçilmesi, tatbikatların düzenli yapılması. İş güvenliği defterler dolusu evrak arasında kaybolursa, gerçek güvenliği kaybederiz. Kârlılık ile güvenlik arasına duvar örmemek gerek. Aksi halde kâr dediğimiz şeyin üstüne çökünce kâr da kalmaz.
Kültür meselesi. Deprem bizim türkülere bile sızmış bir sarsıntı. Yine de her sarsıntıdan sonra aynı ağıtları yakmak zorunda değiliz. Ağıtın kaderi, tedbirin takdiri olduğunda türkünün sesi hafifler. O zaman şenliklerde, düğünlerde, bayramlarda yüzümüz daha rahat güler. Çünkü arka planda “Ya olursa” diye bir iç çarpıntısı kalmaz. Anadolu’nun gülüşü özeldir. O gülüşü korumak için biraz dişimizi sıkalım, biraz da elimizi taşın altına koyalım.
Kimileri diyecek ki büyüğün işi büyüklerin işi, küçüğün işi küçüklerin. Ben buna pek inanmıyorum. Büyük küçük demeden, kendimize düşeni yapmak. Evdeki kitaplığı duvara sabitleyen bir genç, bir bakanlık genelgesi kadar etkili olabilir bir hayat için. Mahalledeki ilk yardım kursunu organize eden bir öğretmen, koca bir bütçe kadar değerli olabilir bir iyilik için. Bakkalın tezgâhının arkasına astığı acil numaralar listesi, kıymeti ölçülmez bir rehber olabilir bir gece için. Küçük işler büyük sonuçlar doğurur. Çünkü deprem büyükse, karşısına dikilecek en küçük doğru bile çok büyür.
Kendi hikâyemden de paylaşayım. Sarsıntı sonrası kaldırımda toplanmış kalabalığın arasından bir teyze geldi, “Evladım benim gözlüğüm içeride kaldı” dedi. Gözlük dediğin şey iki cam, iki sap. Ama o iki cam olmadan teyze dünyayı bulanık görüyordu. Eller titriyor, yürek titriyor, gözlük yok. O an anladım, afet dediğin büyük şey küçük şeylerden oluşuyor. Bir çekmeceye yedek gözlük koymak, bir kutuya önemli evrakların kopyasını almak, telefonu şarj ederken yanında tutmak, eve girer girmez anahtarları hep aynı çivide tutmak. Bunlar ufak tefek gibi görünen, ama bir gecede devleşen şeyler.
Biraz ironi yapayım ki bu yazının dili, senin sofrandaki zeytin kadar gerçek dursun. Bizim memlekette bina yapılırken dua edilir, kurdele kesilir. İyi ki öyle. Keşke o duanın yanına bir de çekiç sesini doğru vursak. Bir kolonun betonu dökülürken içinde dolaşan kıvılcımlar, demirin üzerine dökülen suyun buharı, usta ile mühendisin göz göze gelişi, keşke hepsi de dua kadar kıymetli kabul edilse. Duayı eksiltmeden tedbiri çoğaltalım. Bir de şu cümleyi çok duydum. “Şimdiye kadar bir şey olmadı.” Bu cümlenin içinde uyku var. O uykuyu açmak için küçük bir çimdik gerekiyor. “Olmadı ama olabilir.” İşte bu cümle ayağa kaldırır.
Gelecekten de konuşalım. Bu ülkenin çocukları bilim insanı olacak, mühendis olacak, şehir plancısı olacak. Onlara depremi felaket olarak değil, tasarım problemi olarak anlatmak gerek. Tasarım problemi, çözümü olan bir mesele demektir. Çözüm arayan zihinler, bahane arayan dillerden daha güçlüdür. Okullarda projeler, yarışmalar, belediyelerle ortak çalışmalar. Mahallenin parkında deprem temalı minik bir sergi. Bir sınıfın hazırladığı afişler. Dokuz yaşındaki bir çocuğun çizdiği deprem çantası şeması. Bunlar sadece görünür şeyler değil, zihnin en dipteki tuğlasını sağlamlaştıran harçtır.
Bir gün yine bir sarsıntı olacak. Bunu bilmek moral bozmasın. Tam tersine, hazırlığın en gerçekçi motivasyonu budur. Yağmur yağacak diye şemsiyeyi kapı arkasına asmayı ihmal etmiyorsak, deprem olacak diye tedbiri kapının arkasında saklı tutmayalım. Ailece haftada bir çay demleyip beş dakikalık deprem sohbeti yapmak. Aynı soruları sormak. Çocuklara “Sarsıntı olursa nereye çömeleceğiz, kimin elini tutacağız, kim telefonu alacak, kim kapıyı açacak” demek. Cevaplar ezber olunca kalp daha az şaşırır.
Son söz diyeceğim ama bitmez bu söz. Çünkü deprem konuşmak hayat konuşmaktır. Hayatın ekmeği, suyu, uykusu, gülüşü, gözyaşı, hepsi bu konuşmanın parçası. Biz konuşurken bir yandan da yapalım. Bu yazıyı okuduktan sonra evde ilk bakacağın şey şu olsun. Duvara sabitlenmemiş ne var. Bir tornavida, birkaç vida, bir dübel. Yarım saat. Sonra buzdolabının üstüne küçük bir kâğıt. Toplanma alanının adı. Ailece bir yürüyüş. O alana gidip bir fotoğraf. Çocukların gülüşü. Komşuya bir uğrayış. “Biz acil durum defteri başlattık, siz de katılır mısınız” deyiş. Bu cümleyi kurmak bazen bir şehrin kaderini değiştirir. Çünkü kader dediğimiz şey, bazen dilimizin ucunda bekleyen bir cümlenin cesaretidir.
Sallanırken unutmayı öğrendik, tamam. Ama kalbimizin içinde bir başka öğrenme daha var. Hatırlamayı öğrenmek. Hatırlayınca el tornavidaya gider, göz haritaya bakar, söz komşuya uzanır. Biz birbirimize uzanınca bu ülkenin yerin altındaki kıpırtısı, yerin üstündeki direncimize çarpar ve güç kaybeder. Toprağın ritmini anlayan bir toplum, kendi ritmini ona göre ayarlar. O ritimde halay da olur, dua da olur, şantiye de olur, sınıf da olur. Hepsi olur. Yeter ki ritmin dışına taşan gevşeklikleri sıkılaştıralım. Yeter ki çocukların uykusu hafif bir tık sesinde bölünmesin.
Şu an, tam şu an, çaydanlığın kapağı hafifçe titriyor olabilir. O tık sesini duyduğunda kalbin ürpermesin diye bu satırları yazdım. Bir gün, çok uzak olmayan bir gün, sen de birine anlatacaksın. “Biz bir defter başlattık, bir vida sıktık, bir kapı numarası yazdık, bir toplanma alanı gördük, bir komşuya bir tabak çorba koyduk. Sonra bir gece geldiğinde, korku hâlâ vardı ama panik daha azdı. Çünkü ne yapacağımızı biliyorduk.” İşte bu cümlenin içinde deprem ülkesinde yaşamanın en güzel sırrı saklı. Bilmek. Birlikte bilmek. Birlikte yapmak. Birlikte iyileşmek.
Çünkü bu ülkenin en sağlam kolonu, birbirimize yaslandığımızda ortaya çıkan görünmez dayanaktır. O görünmez kolon ruhumuzun tam ortasından yükselir, tavanı tutar, duvarı taşır, kapıyı ayakta tutar. Ve biz o kolonun gölgesinde, ekmeğimizi böler, çayımızı paylaşır, geleceğe bakarız. Yerin altı kıpır kıpır olsa da, yerin üstünde bir düzen kurmak elimizde. Hadi, şu kapının arkasındaki tornavidayı al. Başlayalım.