Sabahın tam beşi. Alarm, horozdan önce ötüyor. Telefonun ışığı, perdenin arasından sızan ayaz gibi gözüne batıyor. Parmağın ekranın üzerinde titriyor, sanki bir ameliyatın ilk kesisi yapılacak. MHRS yazısı karşında. Senin parmağın, bütün ülkenin sabrı gibi, küçücük bir dokunuşta kader belirliyor. Bir saniye erken basarsan kurtuldun. Bir saniye geç kalırsan geçmiş olsun. Bu ülkede bir randevu, bazen bir şiir kadar narin, bazen bir ekmek kadar kıymetli. Biliyor musun, biz burada, bu topraklarda, artık bir düğmeye basmanın psikolojisini konuşuyoruz. Anadolu’nun sabah serinliğinde randevu avına çıkıyoruz. Kimi kahvesini, kimi çayını, kimi de gözündeki uykuyu yudumlayarak.
Ben de yanındayım. O karanlıkta, telefona eğilen boynunun ağrısını, gözünün kızarıklığını, içindeki tedirginliği biliyorum. Sanki bir kapı var ve evin içindeki tek ilaç o kapının ardında. Kapının anahtarı da bu ekranda. Yan odada öksüren çocuk, koridorda ayaklarına çorap arayan baba, mutfakta sessizce dua eden anne. Bizim evlerimiz böyle sessiz krizler görür. Küçük krizler, büyük sabırla taşınır. Çünkü Anadolu insanı, sabrı önce evinin eşiğinde öğrenir.
Bir randevu bulmanın ritüeli oluştu artık. İnterneti hızlandıran dualar icat ettik. Modemi resetlemenin adı oldu şifa arayışı. Telefonu uçak moduna alıp geri getirmenin adı oldu kaderi dürtmek. Oysa ne komik değil mi, bir muayene saatinin peşinde bütün bir ülke açılış saati bekler gibi bekliyor. Bakkalın kepengi gibi inip kalkan talihlerimiz var. Sistem bazen açılıyor, bazen dönüp duruyor. Ekranda dönen çark, bizim içimizde dönen bir sabır değirmeni gibi.
Komşu Ayşe teyze sabah namazından sonra ekran başında. Gözlüklerini burnunun ucuna indiriyor. Her seferinde not defterine hangi doktor hangi gün müsait yazıyor. Yanına küçük bir nazar boncuğu da koymuş. Bir nevi yerel veri bilimi. O liste, evrenin sırrı gibi değerli. Köydeki dayın arıyor, “Kızım senin telefon akıllıdır, bir de bizim için bak” diyor. Kasabada yaşayan teyzen söylüyor, “Şu doktoru çok övdüler, içim rahat etmedi, tekrar randevu alayım” diyor. Şehirdeki kuzenin, “İstersem özel hastaneye giderim” diyor ama kredi kartı limitinin kenarında düşe kalka. Çünkü mesele yalnızca sağlığa kavuşmak değil. Mesele, cebinde taşıdığın endişenin ağırlığı.
Hani derler ya, acil olan acil, acil olmayan acil sayılmıyor. Bizde duygular da triage bekliyor. Öksürük mü birinci sırada, yoksa babanın sessizce sakladığı sırt ağrısı mı. İnsanın kendi acısı da sıraya giriyor artık. Köyden gelen minibüste herkesin elinde aynı uygulama. Muavin bile arada “Abla yenile bak, sıra düşmüş olabilir” diyor. Yol boyu bir dayanışma, bir ortak kader. Anadolu’da böyle şeyleri birlikte yaşarız. Birimizin derdi, diğerimizin duasına dönüşür.
Kabul, sağlık çalışanlarının yükü ağır. İçeride bir ordu gibi çalışıyorlar. Gün bitmeden gün tükeniyor. Bir hemşirenin koşuşturması, bir doktorun bir dakikaya sığdırdığı on öykü. Onlar bizim gibi sabahın beşini değil, gecenin üçünü, öğlenin açlığını, akşamın sızısını görüyor. Robot değil kimse. Nefesleri var, evleri var, yorgunlukları var. Koşullar zor, sözler keskin, sabırsa incecik bir çizgi. Kırılmasın diye dilimizi ıslatıp yutuyoruz. Çünkü biliyoruz ki, bizim içeri girmemiz için onların içeride kalması gerek.
Ama işte, dışarıda bekleyen kalabalığın hikayesi de bitmiyor. Bir teyze, elindeki dosyayı göğsüne bastırmış. Dosyanın içinde hayatından kesitler. Eski tetkikler, yeni umutlar. Sıranın ucundaki güvenlik görevlisi, bir Anadolu ağabeyi gibi, “Sakin ol abla, sıran gelecek” diyor. Geleni gönderen, söyleyeni dinleyen bir düzen. Fakat düzenin içindeki küçük çatlaklar, insanın içindeki büyük sabırsızlıklara denk düşüyor. O çatlaklardan sızan su, hani taşın bile içini oyar ya, öyle.
Randevuya sığmayan bir hayatımız var. Tarla sürülüyor, kamyon yükleniyor, kasada müşteri, sınıfta öğrenci, evde ağlayan bebek. Hayat beklemiyor. Ama biz bekliyoruz. Randevu bekliyoruz, sıra bekliyoruz, tetkik sonucu bekliyoruz. Beklemek, bu memlekette başka bir meslek oldu. İşte o beklemenin içinde mizah büyütüyoruz. WhatsApp grupları kurulmuş. Randevu düşse anında haber veriliyor. Başlıklar komik. “Kalp ve Damar Pusuda”, “Göz Kulak Burun Radar”, “Ortopedi Efsaneleri” gibi. Biri yazıyor, “Arkadaşlar 9.40 düştü aldım, 9.50 boştaydı, koşun.” Diğeri diyor, “Sana şifa, bize sıra.” Gülüyoruz, çünkü gülmek bazen ağrıyı kısa süreliğine uyuşturuyor.
Eczacı abla var bir de, mahallenin vicdanı. “Sen önce şunu iç, randevuya kadar idare eder” diyor. Önerdiği şey, ilaçtan çok moral. Çünkü moral da bir ilaçtır. Doktor kadar kesin konuşmaz, anne kadar titrek konuşur. O kadar çok reçete gördü ki, insanların gözündeki korkuyu da okur. Bir babanın cümlesindeki titreme, bir annenin nefesindeki hız. Randevu alınamadığında, bütün mahalle bir ilaç kutusunun etrafında toplanmış gibi olur.
Randevu alamayanların geliştirdiği yöntemler çeşit çeşit. Biri geceden telefonu şarja takıp başında bekliyor. Biri sabah ezanıyla birlikte yenile butonuna bir ritim tutturuyor. Biri ekranı ikiye bölüp iki farklı branşın aynı anda sayfasını açık tutuyor. Hatta kimisi otomatik tıklayan programlar var mı diye soruyor. Kiminin interneti hızlı, kiminin duası uzun, kiminin sabrı koyu. Bir de iptal kovalayanlar var. Kısmetin düşmesi denir ona. Biri vazgeçerse diğerine yazgı kalır.
Bu kadar yükün altında sistem de yorulur elbet. Kapasite kadar yer var. Fakat kapasite, insan kalabalığının dilini pek anlamaz. O dilde ter, telaş, tedirginlik, tıkanıklık var. Diyelim ki aile hekimine gittin. O da kalabalık. Aile hekimi, mahallenin en sakin limanı olmalı. Orada soluklanıp yön bulmalıyız. Basit dertleri orada çözmeliyiz. Çünkü ikinci basamağa giden yol, birinci basamakta kalabalıklaşıyor çoğu zaman. Belki daha çok ekip, daha çok süre, daha çok eğitim, daha çok güven gerekir. Çünkü güven, tedavinin yarısıdır.
Şehir ve taşra farkına gelince. Taşrada randevu bulmak bazen daha zor, bazen daha kolay. Çünkü doktor sayısı az, hasta sayısı dağınık. Şehirde doktor çok ama hasta daha çok. Her iki yerde de ortak olan şey şu. İnsan dertliyken odaklanamaz. Ekran çözünürlüğü düşer, parmaklar karışır, şifre unutulur, doğrulama kodu geç gelir. Şifremizi unutmaktan utanmıyoruz artık. İnsan, kendi acısının içinde en basit harfi bile yanlış yazabilir.
Bir de işin mahrem tarifi var. Derdi anlatmanın sıkıntısı. Bazı dertler, daha çok fısıltı ister. Ekrandaki branş isimleri arasında kaybolurken, insan kendini kategorize etmiş gibi hissediyor. Oysa insan, tablo değil. Bir başlığı tıklayınca içimizdeki tüm alt başlıklar açılmıyor. Doktora varınca aslında anlattığımız şey, bir organın hikayesinden çok daha geniş. Zaman dar, sözcükler kısa. Doktor hızlı, biz aceleci. Hikaye yarım kalınca teşhis de gecikiyor. Bizim memlekette hikaye anlatmak kolaydır ama kısaltmak zordur. Sağlık, hikayeyi hak eder ama zaman hak etmez.
İçimizde küçük bir sitem, büyük bir şükür. Sitem şu. Keşke randevu almak, çay demlemek kadar doğal olsa. Keşke her ilçe hastanesinde, her branşta, her gün birkaç kapı daha aralansa. Keşke iptal edilen randevular anında yeni sahibine ulaşsa. Sanki dijital pazar yeri gibi, ihtiyaç sahibine düşse. Keşke no show dediğimiz, gelip gelmeyenlerin hesabı, kimseyi incitmeden, başkasının hakkını koruyacak şekilde tutulsa. Şükür de şu. Yine de birileri, başımız ağrıyınca bakıyor. Yine de birileri, elimizi tutmadan iğne yapıyor, gözümüzün içine bakmadan teşhis koyuyor, çünkü göz göze gelmeye fırsat kalmıyor. Yine de o teşhisin ardında bir emek var.
Çocuk meselesi ayrı. Gece ateşlenen çocuğun alnına konan avuç, ülkenin en sıcak haritasıdır. O avuçta korku, sevgi, telaş, dua, çare arayışı yan yana durur. Randevu ekranı o an, bütün dünyanın küresi gibi dört yana döner. Anneler babalar, “Sabah olsun” cümlesinin kaç çeşit tonunu bilir. İlk ışıkla beraber parmak ekranın üzerinde bekler. Bir randevu düştüğünde bir evde güneş doğar. Güneş, o gün tavandan değil, telefondan doğar. Bir ülkeye güneşi böyle getirmek ne garip değil mi.
Ya yaşlılarımız. Onların telefonu, bizimkiler kadar hızlı değil. Onların gözleri ekranı bizim kadar hızlı taramıyor. Onların parmakları ince tuşları bizim kadar isabetli bulmuyor. O yüzden sıranın adaleti, bir tık öteye geçmekle ölçülmemeli. Belki mahalle eczanesinde, muhtarlıkta, cami avlusunda küçük dijital destek noktaları olmalı. Hani nikah günü muhtarlık bir masa kurar ya, bunun da bir masası olmalı. Gönüllülerle, gençlerle, üniversiteli çocuklarla. Randevu, teknolojiye aşinalık sınavı olmamalı. Sağlık, kim hızlı tıkladı yarışması olamaz.
Ekonomi kısmını da es geçmeyelim. Özel hastanenin ışıkları daha sıcak görünebilir ama faturası daha soğuk. Kart limitleri, taksitler, iskontolar. Sağlığın fiyatı olmaz deriz. Ama masrafı olur. Bu masraf, bir evin planlarını değiştirir. Bu plan değişince moral bozulur, moral bozulunca bağışıklık düşer. Sonra yine hastalanırız. Kısır döngü, bizim mutfaktaki yuvarlak masadan daha falcı. Yine de insan mecbur kalınca her kapıyı çalar. Yeter ki çocuğu gülsün, yeter ki ağrısı dinsin.
Peki hiç mi umut yok. Var. Hep var. Umut, bu topraklarda saksıda yetişen fesleğen gibi. Az suyla bile kokusu yayılır. Umut, doktorun bir cümlesinde, hemşirenin bir bakışında, güvenlik görevlisinin sakin sesinde, eczacı ablanın “Merak etme” deyişinde. Umut, randevu düştüğünde bir evin mutfağından yükselen çay buharında. Umut, komşunun kapıyı tıklayıp “Gerekirse götürürüm” demesinde. Umut, yiğidin öfkesini yumuşatan sabırda, annenin yastığa döktüğü gözyaşını silen günışığında.
Yine de suyu bir yere daha taşıyalım. Şu dijital kuyulara. Randevu ekranının matematiğini, insan halini daha iyi anlayan bir akıl lazım. İptal edilen randevuyu en fazla bekleyene önermek, yoğun saatlerde ek kapasite açmak, aile hekimliğiyle daha sıkı koordinasyon kurmak, basit şikayetler için telegörüşme hattını yaygınlaştırmak, kronik hastalara planlı periyotlar tanımlamak. Bunlar sihir değil. Bunlar, sabah beşte ekranda aranan bir adalet duygusunun teknik isimleri. Adaleti teknolojiye öğretmek, teknolojiye insan kokusu sürmek, bizim asıl işimiz.
Bir de dilimize dikkat. Sağlık konuşurken dilimizin keskinliği, ilacın acısını artırıyor. Biz bazen ağrımız kadar konuşuyoruz. Ağrımız çok olunca sözümüz de ağır oluyor. Oysa yumuşak bir cümle, sert bir teşhisi bile taşır. Doktora, hemşireye, görevliye sitem ederken, içerideki yığının dişlilerini düşünmek lazım. Onlar da bir randevunun içinde doğup büyümüyor. Onlar da bir çarkın içinde. Sabır, karşılıksız kalmaz. Söz, özenince şifa olur.
Anadolu’nun masaları geniştir. Paylaşırsın. Tencerede ne varsa, kaşık sayısı ona göre çoğalır. Keşke randevular da böyle çoğalsa. Keşke bir doktorun saati, iki masaya birden yetebilse. Olmuyor. O zaman masanın edebini hatırlamak gerekir. Sırayı bilmek, hakkı gözetmek, iptal edemeyeceksen söylemek, gelecek misin gelmeyecek misin demek. Sağlık, yalnızca doktorun iş yükü değil. Bizim de davranışımızın aynası. Bu aynaya bakınca kendimizi görmekten kaçmamalıyız.
Bazen akşamüstü, gün batarken, insan düşünür. “Bugün de randevu alamadım” der. “Yarın denerim.” Ve dener. Bu denemede küçücük bir umut saklıdır. Anadolu’nun yazgısı, küçük umutları büyütmektir. Bir çocuğun ateşi düşsün diye başına ıslak bez koyan el, o bezin suyunu tencerede kaynatılan umutla ıslatır. Anneler, babalar, dedeler, nineler. Hepimizin ortak duası var. Şifa, kapı gibi gelsin. Randevu, kapının anahtarı gibi kolayca çevrilsin. Çevirince kapı açılsın ve içeriye ışık dolsun.
Sana şunu söylemek istiyorum. Yalnız değilsin. Sabah beşte yalnız olmadın, gece üçte yalnız değildin. Randevu ekranında yalnız bir parmak değildin. O parmağın arkasında bir memleket vardı. Aynı anda aynı tuşa basan, aynı anda aynı duayı eden, aynı anda aynı sabrı yutan bir memleket. Bu birlik, bazen sistemden daha güçlü bir şeydir. Bizim birlikte aradığımız şey, hakkaniyetin sesi. Hakkaniyet, bir ses bulunca kalabalık sakinleşir. Sakinlik, şifanın kapısına siner.
Bir gün, randevu almak çay demlemek kadar sıradan olacak. Tenceredeki su fokurdayacak, ekrandaki slotlar usulca akacak. Randevu, bir yarış olmayacak. Sağlık, bir sınav gibi hissettirmeyecek. O gün gelene kadar biz, birbirimizin gölgesi olalım. Biri yorulunca diğeri beklesin. Biri unuttuysa diğeri hatırlatsın. Biri randevusunu kullanamayacaksa haber versin, başkasının sabrına pay çıksın. Bakkal defterine yazılan küçük borçlar gibi, bu memleketin sağlık defterinde de küçük iyilikler biriksin.
Evin mutfağında su kaynıyor. Çaydanlık hafifçe ötüyor. Telefonun ekranı masada. Bugün belki düştü, belki düşmedi. Belki sekiz gün sonrasına, belki ay başına. Yine de içinden bir ses diyor ki, “Olacak.” O ses, memleketin en sarsılmaz nabzıdır. O nabız atmaya devam ettikçe, biz mutlaka bir yol buluruz. Yol bazen uzar, bazen daralır. Ama yol olur. Çünkü Anadolu’da yollar, önce yürüyenin azmiyle açılır. Randevuya sığmayan sağlığımız, bir gün insana sığacak hale gelir. O gün geldiğinde, sabah beşte çalan alarm değil, kapıdaki kuşların sesiyle uyanmak nasip olur. Ve biz, bir düğmeye bastığımız kadar kolay bir nefesi, sonunda hak etmiş oluruz.
Sen şimdi çayını tazele. Telefonu şarja tak. Bil ki yalnız değilsin. Ve bil ki, biz burada, bu yazının satır aralarında, sabrını parlatıp umuduna omuz veriyoruz. Randevu ekranı kapanıp ışığı sönse bile, biz birbirimize bakınca yüzümüzde bir pencere açılıyor. O pencereden içeri giren hava, şifanın ta kendisi.
Gülümse. Şifa, gülümseyenin kapısına daha çabuk varır. Ve unutma, bazen bir randevu, bazen bir komşu kapısı, bazen de insanca bir söz iyileştirir. Bizim dilimiz, bizim kalbimiz, bizim komşuluğumuz. Hepsi birer ilaçtır. Hepsi birer tariftir. Hepsi memleket kokar. Hepsi iyi gelir.
Günün sonunda, randevu düştüyse ne ala. Düşmediyse yine deneyeceğiz. Çünkü biz, yeniden denemenin kitabını yazmış bir halkız. Yeniden denemek, bu topraklarda en çok sevilen tedavi yöntemidir. Ve ben biliyorum, sen de biliyorsun. Bir gün, tam zamanında çalan bir kapı gibi, sağlık bize gelecektir. Şimdilik, kapının önünde durup ayakkabılarımızı düzeltelim. İçeri girerken edeple girelim. Ve içeriden çıkarken, dışarıda bekleyene bir gülüş bırakalım.
İyi ki buradasın. İyi ki sabrın var. İyi ki denemeyi bırakmıyorsun. Çünkü sen bırakırsan bu yazının anlamı kalmaz. Sen sürdürürsen, biz birlikte sürdürürüz. Randevuya sığmayan sağlığımızı, kalbimize sığdırırız.
Ve şunu usulca ekleyeyim. Hakkımızı ararken hakkı gözetmek, şifa ararken şefkati çoğaltmak, randevu beklerken birbirimizi beklemek. Hepsi mümkün. Hepsi elimizde. Parmağımızın ekranla buluştuğu o küçük an kadar yakın.