Kiranın Gölgesinde Uzayan Akşamlar

Akşamüstü balkona serdiğim halının kenarı rüzgârla hafifçe kıpırdıyor. Aşağıdan bir nakliyeci korna çalıyor, kamyonun kasasına tık tık vurulan yatak başlıkları, sanki apartmanın hatıra defterine son çizgilerini çekiyor. Şehrin yazı hâlâ sıcak, terliklerim ayağımda kayıyor, elimde çay bardakları. Çayın buğusuna karışan bir telaş var bugün. Çünkü kapımızın eşiğinden içeri giren ayakkabı kutularına düşen gölge artık sadece güneşin değil. Kiranın gölgesi bu. İnsan bir süre sonra evindeki eşyaya değil de takvime bakarak yaşıyor. Kira dönemi ne zaman bitiyor, zam dönemi ne zaman başlıyor, ev sahibi ararsa ne diyeceğim. Bir evde yaşamak, o evi hak etmek, sonra o evin seni hak edip etmediğini tartışmak gibi. İnsanın kibri, kira sözleşmesinin kenarında bükülüyor.

Şehrin en sıradan sabahından çıkıp akşamına uzanırken fark ettim. Biz aslında kirayı bir para olarak değil, bir duygu olarak ödüyoruz. Açıklaması uzun ama herkes anlıyor. Kimi bir ömür kiraya öfkesini, kimi mahcubiyetini, kimi de umudunu koyuyor. Çünkü eve giren herkes masanın baş köşesine artık enflasyon denen huysuz akrabayı da oturtuyor. “Suyu ısıtsak mı” diyoruz önce, “çayı demleyelim mi” diyoruz ardından, ama en sonunda “TÜFE kaç çıktı” diye soruyoruz. Şu kadar konsol, bu kadar sandalye, bir de 12 aylık ortalama. Gündelik hayatın içinden, sen de biliyorsun.

Geçen gün markete uğradım. Etiketlerin üstüne küçük etiketi, onun üstüne de daha küçüğünü yapıştırmışlar. Alışveriş arabasını sürerken çaprazdan gelen bir amca “evladım bu peyniri zamdan önce almıştım, şimdi aynı peynir beni almıyor” dedi. Yalnızca markette değil, semt pazarında, kasapta, fırında da ekmekle birlikte sabrımızı tartıyoruz. Biri çıkıp “kira artışında artık 12 aylık ortalama TÜFE bakılıyor” dediğinde başımızla “öyledir” diyoruz, detayı evde açıyoruz. Çünkü mevzu, evin ortasına kadar geliyor. Konut kiralarında yıllarca konuşulan yüzde 25 sınırının 1 Temmuz 2024’te artık kalktığını, ondan sonra da artışın TÜİK’in 12 aylık ortalamasına bağlandığını öğreneli epey oldu. Kanun maddesi gibi duruyor ama aslında mutfak tezgahında, buzdolabının kapağında, çocukların ödev masasının ucunda duruyor. Şimdilerde de Temmuz 2025 itibarıyla açıklanan verilerle “artış tavanı nedir” sorusunun cevabı, geçen ayın 12 aylık ortalamasına bakılarak konuşuluyor. Rakamların dili kuru, ama etkisi ıslak çamaşır gibi üstümüze yapışıyor. Kimileri Temmuz’da 43’ün üstünde bir ortalama konuştu, kimileri Ağustos için 41’lerin civarında dediler. Bizim için farkı şu: Pazarlık masasında bir sayının hatırı var, bir de ev sahibinin sesinin tonu. İkisi birbirine denk gelince akşamlar uzuyor. Bu teknik satırı şuraya ince bir iğneyle iliştiriyorum, konu sıcaklığını kaybetmesin: Yüzde 25’lik sınırın sona erdiğini söyleyen hukukçuların, uygulamada 12 aylık TÜFE ortalamasına işaret eden açıklamaları aylarca dolaştı; Temmuz, Ağustos 2025’te de “bu ay tavan nedir” diye gazetelerin internet sitelerinde hesap örnekleri, tablolar gezdi. Bilgi orada, bizim dert burada.

Bir apartman toplantısı düşün. Yönetici, “arkadaşlar, doğal gaz ortak kullanım, aydınlatma, asansör bakımı, çatı yalıtımı…” diye başlayınca herkesin gözleri önce ayak ucuna kayıyor. Çünkü aynı anda aklından geçen şu: “Kira artınca aidat da artar mı?” Biliyorum, aidat mevzuunu bir yazıda konuşmuştuk, bugün ona dokunmadan geçeceğim. Yalnız şunu diyeceğim, kira ile aidat bazen kardeş gibi davranıyor. Biri yükselince öteki omuz veriyor. Sonra asansörün kabininde aynaya bakıp şunu soruyorsun kendine: “Ben bu binada kiracı mıyım, yoksa hayatın genelinde mi?”

İş sadece evde bitmiyor. Şehrin içinde hareket etmek, oradan oraya atlamak da bir tür ikamet. Toplu taşıma ücretleri yılın başında bir anda kabardı. İstanbul’da ocak ayında yapılan yüzde 35’lik düzenlemenin haberlerini gördükçe, şehirlerin birbirine benzediklerini düşündüm. Bir metro kapısının kapanma sesi başka şehirde de aynı duyguya dokunuyor. Minibüse binerken kartı okutanların yüzündeki ifadeye bakınca sanki herkesin cebinde küçük bir hesap makinesi var. Kartın ötüşünde bile bir iktisat dersi saklı. Bir yere yetişirken iki durak eksik gitmeyi, oradan yürümeyi, yorulursam hem paraya hem nefese yazmayı öğrendik. Yol uzadıkça insanın içi de uzuyor, ama başka çare yok. Toplu taşımanın zam haberi bir şehirde gelir, ama gölgesi her şehirde uzar.

Bir de evin içindeki görünmez kablo var. İnternet. Artık ev dediğin dört duvar, bir kilit, bir masa ve bir bağlantıdan ibaret. O bağlantı, işin, okulun, haberin, komşunun ve akrabanın tek kapısı. Bu kapıya gelen zam, evin sessizliğini bile pahalılaştırıyor. Yaz başında operatörlerin duyurduğu yeni tarifeleri gördüğümde, “demek ki akşamları dizi izlemek bile mütevazı bir lüks” dedim. Bir başka operatörün, 1 Ağustos’tan itibaren paketi 699,90’a çektiğini duyunca, “internete bağlanmak ile dünyaya bağlanmak arasındaki çizgi inceliyor” diye not aldım. Rakamları takvimle birlikte göğsümüzde taşıyoruz. Bir de şu var: Zam haberi sadece parayı çekmiyor, içimizdeki sohbeti de çekiyor. Artık grupta yazarken iki kez düşünüyoruz. Video gönderirken, oğlanın okuldan çektiği o kısa görüntüyü aileye yollarken bile, “acaba paket yetmez mi” sorusu aklın kenarında.

Bütün bunlar olurken bizim mahalle nasıldı biliyor musun. Aynı bildiğin mahalle. Sabaha kadar öten klima dış üniteleri, balkondan sarkan çamaşırlar, akşamüstü merdiven başında laflayan komşular. Üst kattaki teyzenin dizleri ağrıyor, alt kattaki genç kız KPSS’ye hazırlanıyor, yandaki dairede bir bebek gece uyanınca semt uyanıyor. Bir de ev taşıyanlar var. Nakliyeci kamyonları, sanki apartmanın hatıralarını söküp kasaya yerleştiriyor. “Niye taşınıyorsunuz” diye soracak olsan kimse kolay cevap veremiyor. Biraz kira, biraz iş, biraz okul, biraz da şans. Bazen taşınmak, insanın kendisiyle kabuğu arasındaki mesafeyi kısaltmak için. Bazen de içinin sesine yaklaşmak için. Bazense çok basit: Çünkü ev sahibi aradı.

Benim ev sahibim iyi insandır. Bazen arar, “nasılsınız” diye başlar, sonra “şu zam meselesi var ya” diye birden konuya girer. Sesindeki tedirginliği anlarım. O da kendi hesabını yapıyor, ben de. Bazen rakamı o söyler, bende sessizlik. Bazen rakamı ben söylerim, onda sessizlik. Pazarlık dediğin, rakamların değil, sessizliklerin karşılaşması. En sonunda ikimiz de hayatın biri birimizi anladığına dair naif bir inançla telefonu kapatırız. Kapattıktan sonra her şey aynı görünür aslında. Koltuklar yerinde, perde yerinde, çocukların kalemleri masanın üstünde. Ama havada ölçemediğin bir değişim asılı kalır. O değişim, akşam yemeğinde patatesin doğranışına, TV karşısında bacak uzatışına, gece uyurken yastığın sertliğine bile sızar.

Şunu öğrendim: Kira meselesi, aile içi diplomasi. Evin içinde herkesin rolü var. Çocuk “oyuncağın pillerini alalım mı” diye soruyor, anne “listeyi yarın tamamlayalım” diyor, baba “önce faturaları ayarlayalım” diyor. O arada baba dediğin, kendi çocukluğunda hiç yaşamadığı bir ülkenin hesabını yapıyor. Annesinin tencereyi ne kadar suyla doldurduğunu, babasının çiviyi duvara kaç vuruşta çaktığını hatırlıyor. Çünkü eski ile yeni arasındaki köprü, evde kurulan küçük ittifaklarda yükseliyor. Ev ekonomisi, aslında evin mimarisi kadar ciddi bir şey. Bulaşık teli, çamaşır suyu, zeytinyağı, doğalgaz, internet paketi, okul kırtasiyesi. Hepsi evin görünmez kirişleri. Birinin bedeli artınca tavan sarsılıyor.

Mahallenin bakkalı Rıza abi, “eskiden millet veresiye defterini görüp utanırdı, şimdi ben deftere bakıp utanıyorum” dedi geçen gün. Utanç, bazen kasanın üzerinde duran küçük hesap makinesinin ağırlığı oluyor. Bu ucuz bir melodram değil, hayatın düz sesi. Çünkü biz bu sokaklarda büyüdük. Düğün konvoylarında kornaların çaldığı, cenazede herkesin yavaşladığı, ramazanda sahurda ışıkların birer birer yandığı aynı sokaklardayız. Ev meselesi, bu sokakların dilini de değiştiriyor. “Yazlık mı düşünsek” lafı, artık eskisi gibi tatil değil, daha ucuz bir semte kaçış ihtimali. “Kışa kalmadan çözelim” diyen, doğal gazın düğmesine bakıyor. “Okul açılmadan taşınalım” diyen, servis parasına değil, okula yakın kira farkına bakıyor.

Bir de şu var: Kirada oturmak, şehrin sana her gün ev sahipliği yapması demek. Sokak lambaları, parkta banklar, caddenin ortasında çiçek satan çocuk, vapurun güvertesinde uçan martı, otobüs durağında bekleyen yaşlı amca. Hepsi evi biraz genişletiyor. Şehrin ev sahipliği, ev sahibinin şehirliliğiyle yarışıyor bazen. Biri ucu açık, diğeri sözleşmeye bağlı. Sokak, cömert. Sözleşme, temkinli. İnsan, ikisinini arasında bir yerlerde nefes alıyor.

Kira konuşurken, iş konuşmadan olmuyor. İşimizin zamanı artık evin zamanı. Evden çalışmak, evde iş aramak, evde iş kaybetmek, evde iş bulmak. Bilgisayar ekranı bir masaüstü değil, adeta aile meclisi. Akşam yemeğinde “yarın şu görüşme var” cümlesi, domates salatasının yanına konuyor. Bazen iş, evin kiracısı oluyor, bazen kira, işin patronu. Çünkü iki rakam birbirine bakıp uzun uzun susuyor. İşte o susuşta insan, dünyaya bakmayı yeniden öğreniyor.

Geçenlerde bir arkadaşım aradı. “Kirayı konuşmaya gittim, yanımda çiçek aldım” dedi. Gülüştük önce, ama sonra gayet ciddiyetle anlattı. “Çiçek işe yaradı mı” dedim. “Yaramadı” dedi. “Ama masanın üstünde bir yumuşaklık yaptı. Çiçeği masaya bırakınca, ben de masaya bıraktım gururumu.” Bu ülkede gurur, bazen bir saksı çiçek kadar kırılgan. Ama bir o kadar dayanıklı. İnsan kalbi gibi. Kimine göre pazarlık, kimine göre dua. Kimine göre hukuk, kimine göre aramızdaki söz. En sonunda hepimiz aynı şeyi istiyoruz: Başımızı koyacağımız bir yer, kapısını çekince içimizi topladığımız bir oda.

Mahalle kahvesinde sabahları okey taşı sesi yükselirken yanında bir mırıltı olur. “Bu sene ne olacak.” Kimse ne sorulduğunu tam bilmez ama herkes cevap verir. “Bu sene düzelir belki.” “Bu sene daha zor.” “Bu sene çocuk okula başlayacak.” “Bu sene dükkânı büyütürüz.” Aynı cümle farklı hayatlara uğrar, aynı semtten farklı evlere girer. Kiranın gölgesi o cümlelerin üstünden geçer. Bazı evlerde uzun, bazı evlerde kısa. Ama hep orada.

Öyle günler oluyor ki insan “taşınsam mı” diye düşünürken, akşam balkona çıkıyor. Uzaklardan ezan sesi geliyor, ara sokaktan bir çocuk sesi, üst komşudan tabak çanak. Sonra bir koku yayılıyor. Soğan kavruluyor bir yerde, altına domates atılacak. Ev, işte bu. Bütün şehir aynı yemeğin kokusunu alıyor bazen. O zaman anlıyorsun, kirayı sadece parayla değil, birlikte yaşamanın sabrıyla da ödediğimizi. Sabır, bu ülkenin gizli para birimi. Yastık altı değil, kalp içi. Kaybolmuyor, değer kaybetmiyor, ama yoruluyor. Yoruldukça insan, birbirine iyi gelmeye çalışıyor.

Bir akşamüstü, apartmanın kapısında bir not gördüm. “Değerli komşular, bu cumartesi taşınma olacak, asansörü 14.00-16.00 arası meşgul edeceğiz, kusura bakmayın.” Notun altına iki komşu küçük kalpler çizmiş. Kim olduklarını bilmiyorum. Ama o küçük kalpler, evden ayrılırken arkada bırakılan teşekkür gibi. Bir de şunu düşündüm, taşınan her aile apartmanda küçük bir boşluk bırakıyor. O boşluk hem hava yapıyor hem de rüzgâr. Esince, balkondaki halıyı tekrar içeri almakla, şehrin gürültüsünü içeri almak arasında bir seçim yapıyorsun. Halıyı içeri aldım. Gürültüyü de. Çünkü ev dediğin, dışarıyı içeri almakla başlıyor.

Bazen gençler soruyor. “Abi, almalı mı, kiralamalı mı.” Cevabı bende değil. Ama şunu söylüyorum: Önce yaşamak lazım. Evin yaşanmışlığı, duvarın boyasından çok daha önemli. Pencerenin kenarında bir saksı fesleğen varsa, sabahları ona su veriyorsan, güneşi onun yapraklarından okuyorsan, o ev sana bir şey öğretiyordur. Kiracı olmak, öğrenmeyi hiç bırakmamak gibi. Çünkü her taşınmada, her zam döneminde, her pazarlıkta insan kendisini yeniden tanıyor. Nerede durduğunu, neyi savunduğunu, neye güldüğünü, neyden vazgeçmediğini.

İşte o yüzden bu yazıyı bir şikâyet mektubu gibi değil, bir akşam sohbeti gibi yazmak istedim. Masaya oturup çayı dolduralım. “Şekerli mi, şekersiz mi” diye sorayım, sen “orta” de. Sonra konuşalım. Bugün hayat zor mu, evet. Kiralar içimizi üzüyor mu, evet. Ama biz bu ülkenin iyi insanlarıyız. Komşu komşunun külüne muhtaç derken külü ucuzlattığımız için söylemiyoruz. Kül dediğin, közden kalır. Yani ateşten. Yani kalpten. Birbirimize kenetlenince, o köz yeniden canlanıyor. Bir telefon konuşmasında ses tonu yumuşuyor, bir apartman notunda kalp çiziliyor, bir bakkal veresiye defterinin sayfasını yavaşça çeviriyor. Bütün bunlar, hayatın bize söylediği aynı cümlenin farklı tonları: “Dayanacağız.”

Ama dayanmak pasif bir kelime değil. Gününü planlamak, harcasını yazmak, bilgiyi aramak, hakkını bilmek. Kira artışında hangi oran geçerli, hangi ayın 12 aylık ortalaması baz alınıyor, sözleşmede hangi madde ne diyor, hepsini bilmek. Gerektiğinde hukuki danışmanlık almak, gerektiğinde arabulucuyu devreye sokmak, gerektiğinde komşunun tecrübesini dinlemek. Bilgi, merhemin ilacı. Huzur, bilginin kardeşi. Çünkü insan bilmediğinden korkuyor en çok. Bildikçe, ses titremesi azalıyor. Telefon konuşmalarında sessizlikler kısalıyor.

Bir çocuğun gözünden bakınca bu hikâye daha da başka. O, evi bir oyun alanı olarak görüyor. Koltukların arası mağara, halının köşesi deniz kıyısı, mutfak masası tren istasyonu. Bir gün taşınılınca, o oyun alanı da taşınıyor. Ama çocuklar doğaları gereği esnek. Biz büyükler kadar duvarlara bağlı değiller. Belki de o yüzden, ev duygusunu onlardan öğrenmeliyiz. Evin özü, eşyada değil, birliktelikte. Bir kahkahanın oda içinde nasıl yankılandığıyla ilgili. Bir üzüntünün kapıyı çekince nasıl dışarıda kaldığıyla ilgili. Kira dediğin, bu yankının sürmesi için ödenen bedel. Bedeli azaltmayı dileriz, ama yankıyı kesmeden.

Şehrin bir ucunda akşam ezanı okunurken, bir ucunda düğün konvoyu geçiyor. Aynı anda. Biri hatırlatıyor, biri umut veriyor. Evimizin oturma odasında ikisinin sesi de duyuluyor. Televizyonda haberler geçiyor, rakamlar akıyor, yüzler değişiyor. Sunucunun düzgün diksiyonu, hayatın eğri çizgilerini düz göstermeye yetmiyor. Ama biz izliyoruz. Sonra kumandayı bırakıp balkona çıkıyoruz. Gökyüzü bazen çok kiralı görünüyor, yıldızlar sanki taksitle parlıyor. Yine de başımızı kaldırıyoruz. Çünkü insan, göğe bakarak geçirdiği her dakikada biraz daha insan oluyor.

Belki yarın yine bir nakliyeci korna çalar apartmanın önünde. Belki o gün, taşınan ben olurum, belki sen. Yine de gün gelir bir saksı çiçeğini yeni evin balkonuna koyarsın. Rüzgâr yeni duvarları yoklar. Komşuların kapısında ayakkabılar dizili olur. İlk gün zilini çalmakla başlamazsın, önce merdiven boşluğundaki kokuyu anlarsın. Sonra çay demlersin. İlk yudumda, “her şey bir biçimde yolunu bulur” dersin. Sözleşmeler, rakamlar, haberler, zamlara dair tablolardan bağımsız demiyorum. Ama insanın içinde bir ev kurma gücü var. O gücü diri tutalım.

Bugün kiradan söz ettim, aslında insandan söz ettim. İnsan gibi yaşayanların evi olur. Kimi zaman tapuda adı yazar, kimi zaman kapının ziline yazamazsın. Ama ışığı yanar, sesi gelir. Kapısı çalınır, misafiri olur. Biz böyle öğrendik. Evimizin kapısı açık kalsın, kalbimizin kapısı da. Kiranın gölgesi uzayınca, gölgeye inat lambayı yakalım. Birbirimize selam verelim. Pazarda kasaya, dolmuşta şoföre, apartmanda komşuya, telefonda ev sahibine. “İyi günler” demek bile bazen fiyatları düşürmüyor, kabul. Ama insanın kendi fiyatını artırıyor. Yani kıymetini.

Çay bitti. Bardak diplerinde ince bir tortu kaldı. Yazıyı buraya bırakıyorum. Balkondaki halıyı içeri alacağım. Rüzgâr, akşamı serinletiyor. Kiranın gölgesi uzuyor, ama gölgeler güneşin varlığından doğuyor. Biz güneşi unutmayalım.

Yorum Gönder

Blog içerisinde minimum hatta hiç görsel kullanmamaya özen gösteriyorum, dikkat dağıttığına inanıyorum. Yazılarımda amacım sizlerle sohbet etmek, dahil olmak isterseniz yorum bırakmanızı rica edeceğim, mutlaka cevaplıyor olacağım, kendinize iyi davranın...

Daha yeni Daha eski