Az çok hepimizin hayatında Shawshank diye görünmeyen bir duvar var. Resmî adı farklı, rengi farklı, kokusu farklı. Kimi zaman işsizlik, kimi zaman yorgunluk, kimi zaman “böyle gelmiş böyle gider” cümlesi. Esaretin Bedeli tam da buraya, görünmeyen duvarların üstüne konan paslı kilide bakıp hepimizin cebine küçük bir taş çekiç bırakıyor. Diyor ki: sabırla vurursan taş bile un ufak olur. Bu yazı, o küçük çekicin sesini Anadolu’nun mutfağında, balkonda, şehirler arası otobüs koltuğunda, akşam çayının buharında duyan herkesle yapılan uzun bir sohbet gibi. Hani filmin bitişinde içini bir sıcaklık kaplar, “insan olmak maharet istiyor” dersin ya, aynı sıcaklık işte. Gel, bu defa filmi yeniden “içerden” izleyelim.
Shawshank’in kapısından içeri ilk giren Andy Dufresne, kar yağışı altındaki bir ömrün soğukkanlı sesi gibi durur. Bankacı. Sözleri az, bakışı uzun. Üstüne yapışmış bir suç var. Biz seyirciler hemen fark ederiz, Andy’nin suçu, kaderin iftiraya benzeyen el yazısıdır. Karşısında da Red var. Red’in sesi, anlatının ağır yükünü bir köylü sabrı gibi taşıyan o yumuşak, kırık ama güvenilir tını. Red, aslında biziz. “İyi davran, içerde nefes alabilmek için önce içindeki nefesi duyman lazım” diyen o temkinli bilgelik. Shawshank’in taş duvarları, soğuk demir parmaklıkları, copların gölgesi, gardiyanların ağır adımları derken bir bakarsın, hayatın bilinmezliğiyle hapishanenin kesinliği birbirine karışmış. Dışarının rastgeleliği, içerinin rutinine tutunuyor. Ironi tam da burada filizleniyor: Özgürlük dışarıda ama güven içeride. Dışarıdaki belirsizlikte insanın kalbi üşürken, içerdeki alışkanlıklar sıcacık bir battaniye gibi sarabiliyor. Film, bu sahte sıcaklığı yüzümüze vuruyor.
Andy’nin hikayesi, taşın sabırla oyulması. Taş çekiç. Duvarın arkasında yavaş yavaş açılan gizli yol. Kâğıt işleriyle gardiyanlara gölge muhasebe yapmak, kütüphaneyi büyütmek, müziğe bütçe koparmak gibi “küçük” görünen işler, aslında büyük kaçışın provası. Kimimiz hayatında da böyle yapmaz mı? Bir yandan günlük ekmek kavgası, bir yandan iş çıkışlarında yazdığı küçük cümleler. Bir yandan kışın odununu hazırlamak, bir yandan oğlunun defterini kaplamak. Dışarıdan bakınca sıradan. İçerden bakınca sabrın örgüsü. Andy bu örgünün ustası, Red ise o örgünün hikayesini tutan dil.
Film, umudu bazen işe yaramaz bir aldanış gibi gösterenlere ince bir cevap yazıyor. Hapishanede umut hakkında edilen cümleleri hatırlayanlar vardır. İnsanı tüketir diyenler. Evet, umut yanlış yere kurulduğunda insanı kemirir. Ama Esaretin Bedeli’nin umudu, boş bir hayal değil. Taşın içinde damar arayan bir madenci gibi, sabırla gerçekliği yoklayan bir kararlılık. Andy, duvarı gece boyu biraz daha oyar, gündüzleri tünelini posterin ardına saklar. O posterler, önce Rita Hayworth, sonra başka yüzler. Posterin arkasına saklanan tünel, aslında yaşamın misafir odası. İçinde yalnız çalışırsın, ışığı kimseyle paylaşamazsın, ama bittiğinde o ışık herkese vurur. Kütüphane büyüdükçe mahkumların yüzüne düşen değişik ışık gölge oyunları gibi.
Red’in parolaya takıldığı sahneler, Anadolu insanının “devlet kapısı” ile kurduğu ilişkiyi çağrıştırır. Her sene aynı dilekçe, aynı saygılı cümleler, aynı beklenti, aynı ret. Red, beklemeyi öğrenmiştir ama kabullenmekle boyun eğmek arasındaki çizgiyi de bilir. Red’in ağzından dökülen o sakin sözler, aslında içimizdeki çoğu endişeyi konuşur. Bir gün öyle bir an gelir ki Red’in dilindeki şüphe, Andy’nin kurduğu cümlenin karşısında erir. Çünkü Andy’nin umudu havada asılı bir dilek değildir. Hesabı kitabı, planı programı, duvara sabırla vuran bir ritmi vardır. O ritim Anadolu’nun ritmidir. Tencerenin kaynaması için altını kısık tutup uzun uzun beklemek, yazın ince ince domates kurutmak, birikmiş az parayla çocuğa kitap almak. Kısacık mutluluklar öyle büyür.
Filmin en sert aynalarından biri Brooks’tur. Yaşlı kütüphaneci. Dışarı çıktığında hepimizin içini titreten bir yalnızlıkla yüzleşir. İnsanın belli bir zamanda, belli bir mekânın rutiniyle nasıl bütünleştiğini anlatan bu hikaye, yalnızca bir yan karakter çizgisi değildir. Kurumlaşmak dedikleri şey, sadece hapishane duvarları arasında olmaz. Eski bir iş yerinde, belli bir apartmanda, aynı çay ocağında, aynı sabah servisi durağında da yaşanır. Brooks’un “burada kaldım, dışarıyı unutmuşum” duygusu, şehrimizin kenar mahallelerinde, küçük ilçelerin eski esnaf çarşılarında, atölyelerin kopmuş kalfalarında da dolaşır. Film bu yalnızlığı yargılamaz, romantikleştirmez, sadece gösterir. Biz de izlerken içimiz acır. Çünkü biliriz, bu acı yüzlerce Brooks’un acısıdır.
Gardiyan Hadley ve müdür Norton, gücün ve ikiyüzlülüğün iki ayrı yüzü. Hadley kaba kuvvetin kısa cümlesi, Norton ise dindarlık süsü verilmiş hırsın uzun cümlesi. Norton’un masasına konmuş kutsal sözler, duvarındaki çerçeveler, dudaklarında asılı duran kibar tebessüm, kasasının içindeki kirli para desteğiyle aynı kadraja sığdığında, film toplumun en eski yarasına parmak basar. Güç, görünür iyiliğin arkasına saklandıkça karanlık koyulaşır. Esaretin Bedeli bu çelişkiyi bağırarak değil, sabırla anlatır. Öyle bir anlatır ki sonunda bir tünel patlar, bir yağmur yıkar, dosya dosya defterler açılır ve kokuşmuş düzen kendiliğinden çürür. İzlerken insan rahatlar. Çünkü haksızlığın maskesi düşer. Bizim memlekette de maskeler kolay düşmez, ama düşünce hayat nefes alır. Film, işte o nefesin sesidir.
Operanın o kısa anı, hoparlörden yayılan iki ses. Mahkumların başını kaldırıp gökyüzüne bakması. O sahnede yönetmen bize çok basit, ama çok radikal bir şey söyler: İnsan, sesle, sözle, müzikle yeniden doğar. Bir şarkı, küçücük bir plak, iki sesin birbirine dolanması, taş duvarları bir anlığına cam gibi yapar. Oddur, derin bir an. Anadolu’nun düğünlerinde, cenazelerinde, kahvehanelerinde yankılanan türküler de bu yüzden kıymetlidir. Şarkı insanı hatırlatır. Red’in anlatımında o günü “ne dediklerini anlamadım ama hissettim” tonuyla dinleriz. Yaşamın bazen anlamak değil, hissetmekle sürüklendiğini unutanlara küçük bir şaplak gibi. Zihuatanejo hayali de öyle bir şarkıdır. Andy’nin aklındaki kıyı, bizim aklımızdaki küçük kasabaların kuytu sokaklarına benzer. “Bir gün gideriz” dediğimiz, adını andıkça gözümüzde canlanan sakin kıyı. Belki gitmeyiz, belki gideriz. Asıl kıymet gidebilme ihtimalidir.
Görüntü dünyasıyla film, taşın soğuğunu ve umudun sıcaklığını aynı kadrahta tutar. Sabah ışığı içeri sızdıkça taş duvarların teni yumuşar, akşamın gölgesi boyadıkça demirler uzar. Kırık pencerelerden süzülen toz, hapishanenin zamanını gösteren bir kum saati gibidir. Kütüphanenin rafları arasında yürüyen Andy, gardiyanların ağır botlarının koridorda çıkardığı seslere karşı sessiz bir yürüyüş icat eder. Bu sessiz yürüyüş, hayatta çoğumuzun benimsediği tutumdur. Gürültü patırtı içinde, kendi ritmini bozmadan ilerlemek. İnat etmeden, bağırıp çağırmadan, vazgeçmeden.
Anlatı kurgusu güzel bir sabır işidir. Filmin süresi uzundur ama sen bu uzunlukta yavaşlık değil derinlik hissedersin. Çünkü her küçük sahne, büyük resmin taşlarından biridir. Tommy’nin gelişi ve gidişi, sistemin nasıl kendisini koruduğunu, adaletin bazen gerçeği umursamadığını anlatır. O anın acısı filmin duygusal eksenini bir süreliğine karartır. Andy’nin umutla beslediği tüneline, karanlık bir direnç daha eklenir. Bir insanın hakikati taşıdığı halde taşlandığı anları gördüğümüzde, kendi hayatlarımızda tanık olduğumuz haksızlıklar akla gelir. Bazen bir memur kapısında, bazen bir komisyonun önünde, bazen bir sınav salonunda. Çoğumuz bu hisle büyüdük. Film o hissi anlıyor, sırtını sıvazlıyor, ama duvarda açılan deliği göstermeyi de ihmal etmiyor.
Felsefi düzlemde film iki büyük meselenin etrafında dolanır. İlki özgürlüğün ne olduğu. Özgürlük, sadece kapının açık olması mı, yoksa içerden çıkacak cesaretin bulunması mı. Andy kapıların kapalı olduğu yerde yürümeyi öğrenir. Red ise kapıların açıldığı gün adım atmayı. İkincisi umut ve sabır. Umut, sabırla yoğrulmayınca ham kalır. Sabır, umutla pişmeyince taş kesilir. Andy’nin tüneli, sabrın umutla pişirilmiş halidir. Bu yüzden yağmur altında kollarını göğe açtığı sahnede sadece bir adam özgürleşmez. Biz de derin bir nefes alırız. İçimizdeki görünmez duvarlara küçük bir çizik daha atılır.
Teknik anlamda film, anlatıcılığıyla fark yaratır. Red’in sesi bir tür sözlü edebiyat gibi akar. Bir Anadolu masalı dinler gibi dinleriz. Şedddeli kelimeler yok, süslü cümleler yok, ama içtenlik çok. Müzik, karakterlerin dilinden bağımsız bir iç ritim verir. Yaylılar hafifçe dalgalanır, piyanonun kısık notaları ayakkabının yerde bıraktığı toz gibi duyulur. Duyguyu sömürmez, elini tutar. Mekan kullanımı olağanüstüdür. Hücreler dar, avlu geniş. Genişlik içinde tutsaklık, darlık içinde genişlik. Paradoksu insan yüzünde görürüz. Red ve Andy’nin tel örgü kıyısındaki sohbetleri, iki insanın bir hayatı nasıl omuzladığını gösterir. Sigara dumanı hafifçe yükselir, söz ağırlaşır. Her sahnenin içine sızan küçük bir sessizlik vardır. O sessizlik, filmin gerçek kahramanıdır.
Bir başka güçlü damar, erkeklik ve kırılganlık üzerine kurulur. İçeride sözde sert bir dünya hüküm sürer. Yumruk, hakaret, tehdit. Fakat film, gerçek gücün dayak atmak değil, kendi korkularını konuşmak olduğunu usulca fısıldar. Andy, korkusunu saklayarak değil, onu anlamlandırarak yol alır. Red, çekincelerini itiraf ederek özgürleşir. Bu, bizim kültürümüz için de dersliktir. Erkeklik adına susmayı bir marifet zanneden dilin tıkanıklığını açar. Dertleşmenin, paylaşmanın, dinlemenin gücünü gösterir. Anadolu’da bir soba başında, kahvehanede, tarlada ya da şehirde vardiya çıkışında iki insanın içini dökmesi kadar kıymetli bir şey yoktur. Film bu kıymeti yüceltir.
Esaretin Bedeli’nin hafızada kalma sebebi, seyirciye dönük cümlesinin açıklığı. Büyük felsefelerle, karmaşık sembollerle değil, ete kemiğe bürünmüş bir hayatla konuşur. Bir taş çekiç, bir poster, bir plak, bir mektup, bir çatıya çıkıp güneşi yüzünde hissetmek. O çatıda bohçalanan meşhur asfalt işinde bir kova biraya uzanan anı hatırlarsın. Güneşin alnında bir anlığına dışarıdaymış gibi olurlar. O kadar. İnsan bazen bu kadarına muhtaçtır. Bazen küçük bir kova bira, bazen bir bardak çay, bazen akşamüzeri balkonda esen rüzgar. Eşikte duran mutluluklar. Film bize bu eşiği hatırlatır. Büyük sözler söylemeden, büyük hisler uyandırır.
Gelelim o meşhur finalin kıyısına. Zihuatanejo, belki bizim için Akdeniz’in sessiz bir koyu. Oraya varmak, sadece coğrafi bir hedef değildir. Kendi içine varmak, kabuk değiştirmek, kırılanın yerine sağlamını koymak. Film finalde bizi kandırmaz. Red’in özgürlüğe alışmasının da bir süreç olduğunu gösterir. Parolayı alırsın, kapı açılır ama kalbin ürkekliği hep bir adım geride bekler. Red’in hançer gibi içimize giren o tereddütleri, dışarıda her şeye yeniden bakmanın tuhaflığını, boş odanın duvarlarında yankılanan sessizliği, işyerinde kimseye anlatamadığın sıkıntıyı… Hepimizi anlatır. Ve sonra o küçük kağıt, o ağacın altındaki hatırlatma. Bu hayat, dostun elinden tutmadan kolay değil. Yanında bir ses olmalı. Red, Andy’nin sesine gider. Biz de filmin sesiyle kendi sese kulak veririz.
Anadolu insanı için Esaretin Bedeli’nin anlamı çok berrak. Hayatın ağırlığını sırtında taşıyan, sabah erken kalkıp akşam geç yatan, “olmazsa olmaz”ı olmayan, var olanla idare etmeyi bilen, ama yine de bir gün kendi kıyısına ulaşmanın hayalini hiç bırakmayan herkes bu filmde kendini görür. Belki duvarı bir günde yıkamayız. Belki tünelimiz on yıllık bir sabır ister. Fakat her gün bir çizik, her gün bir avuç toz, her gün posterin arkasına saklanan küçük bir ilerleme mümkündür. Film bunu anlatır. Küçük ilerleme büyük kurtuluşu doğurur.
Biraz da günümüze bakalım. Her gün haberlerde duyduğumuz haksızlıklar, umut ezici cümleler, sanki Shawshank hepimizin üstüne kapanmış gibi. Ama kendi kütüphanemizi büyütebiliriz. Kendi arkadaşlığımızı, kendi dilimizi, kendi müziğimizi, kendi sabrımızı büyütebiliriz. Bir çocuğun eline bir kitap verirsin, kütüphanenin rafı artar. Bir arkadaşına bir iş bulursun, duvardaki taşlardan biri gevşer. Bir kahvede birine kulak verirsin, tel örgülerin arasında yürüyen biri hızlanır. Film izledikten sonra insanın canı dünyaya küçük iyilikler yapmak istiyor ya, işte bu yüzden klasiklerin yazgısı eskimez. Esaretin Bedeli, her izleyişte yeni bir kapı açar.
Karakterlerin iç çözümlemeleri de bu kapıları çoğaltır. Andy’nin soğukkanlılığı buz değildir, yarasını saklayan bir bandajdır. Red’in bilgece temkini korkaklık değildir, hayatta kalma içgüdüsünün odun gibi sağlam bir direğidir. Brooks’un kırılganlığı güçsüzlük değildir, zamanın bıçak gibi kestiği bir ömrün kanamasıdır. Norton’un ceketinin ütüsü, adaletsizliğin üzerine örtülen pahalı bir kılıftır. Hadley’in kasları, özde zayıf olan bir ruhun sesini bastırma çabasıdır. Tommy’nin enerjisi, sistemin çarklarında bir kıvılcımın nasıl söndürüldüğünün belgesidir. Bu insanlar sadece film karakteri değildir, aramızda dolaşır. Kimi komşudur, kimi müdür, kimi akraba, kimi de içimizdeki yaralı hal.
Filmi uzun yıllar sonra bir daha izlediğinde fark edeceğin başka şeyler de var. Mesela zaman duygusu. İlk izlediğinde hikayeyi takip edersin. İkinci izleyişte bakışların insan yüzlerinde daha uzun kalır. Üçüncü izleyişte boşluklar konuşur. Dördüncüsünde müziğin rüzgarla nasıl yürüdüğünü duyarsın. Beşincisinde sözler azalır, en çok sessizliği dinlersin. Bu çok katmanlılık, büyük sinemanın alametidir. Ne kadar bakarsan o kadar görürsün. Ne kadar dinlersen o kadar işitirsin. Ne kadar beklersen o kadar derinleşirsin. Tıpkı taş çekiç gibi.
Bir film eleştirisi yazarken genelde şu soruyu sorarım: Bu hikaye kime konuşuyor ve ne işe yarıyor. Esaretin Bedeli, öncelikle içinden çıkamadığını düşündüğü duvarların önünde bekleyen herkese konuşur. Ne işe yarar, diyenlere şunu söyler: Kaçmayı değil, yüzleşmeyi öğretir. Hızlı kurtuluş vaat etmez. Posterin arkasına sakladığın hayalin bir günde olmayacağını, ama her gün yapılacak küçük bir iş olduğunu hatırlatır. Dostluğu kutsar, yalnızlığı yüceltmez ama anlarmış gibi sarar. Güçle hesaplaşır, adaletin geç de olsa geleceğini hissettirir. Ve en güzeli, bir deniz kıyısındaki ufka bakarken insanın kalbine yayılan o dinginliği armağan eder.
Kendi hayatımıza çevirdiğimizde bu armağan şuna dönüşür: Evimizin duvarında asılı olan bir takvim, gündelik tıkırtılar, pazar yeri, minibüsün koridoru, okulun bahçesi, hastanenin bekleme salonu, tarlanın sınırı. Her yere küçük bir taş çekiçle gidebiliriz. Her gün bir taş daha incelir. Kütüphanemizi büyütürüz, sesi açarız, bazen de sessizliğin hakkını veririz. Bazen bir dostla buluşuruz, bazen kendimizle konuşuruz. Uzun hikayelerin kısa anlarında saklı olan umudu toplarız. Esaretin Bedeli, bu toplama işinin sinemadaki adı gibi durur.
Yazıyı kapatırken o meşhur yağmur sahnesini değil, Red’in yürüyüşünü anmak istiyorum. Yürümek. Ne hızlı, ne yavaş. Ne öfkeyle, ne yılgınlıkla. Yürümek, çünkü yürümek insanın en eski duasıdır. İnsanın bir yerden bir yere varma ümidi. Red yürürken biz de içimizdeki küçük tünelin sonuna doğru yürürüz. Her adımda kapkaranlık duvarlardan sızan küçük bir ışık, tenimize yeni bir gölge düşürür. Ve bir gün, güneş gözümüze vurur. Gözlerimiz kamaşır. O an anlarız. Esaretin bedeli ağırdır, ama umudun değeri daha ağır. Biri zincir, diğeri anahtar. Film, anahtarı avucumuza bırakır ve gider. Geriye kalansa avucumuzun içindeki sıcaklık. O sıcaklığı iyi saklayalım.
Birimiz hapishanede değiliz belki, ama her birimiz hayatın bir yerinde bekliyoruz. Bazen iş, bazen sağlık, bazen hayal. Beklerken umudu saklamayı bilmek gerek. Esaretin Bedeli, umut saklama sanatının eğitim filmi gibidir. Taş çekiç dersi, sabır dersi, dostluk dersi, yüzleşme dersi. Kim derdi ki bir film, Anadolu’nun küçük bir mutfağında, gecenin sessizliğinde çayın yanına bu kadar yakışacak. Oldu işte. Şimdi ışığı kapatmadan önce, küçük bir not bırakayım: Eğer içinizde hiç olmazsa kibrit alevi kadar bir ışık kaldıysa, duvara bugün küçük bir çizik atın. Aynı anda büyük bir gürültü beklemeyin. Bir gün o çizikler birleşir, duvar ufalanır, yağmur yağar. Sonra gökyüzüne bakarsınız. Ve kendinize, sessizce şunu söylersiniz: Değer.