Gezmek dediğin bazen ayakkabının topuğuna yapışan toz, bazen otobüs camına vuran akşam güneşi, bazen de bir caddenin kaldırımında uzayan gölgen. Gaziantep’teyim, sıcak ekmek gibi taze bir sabahın içinden konuşuyorum. Gezmek, uzaklara giden bir otobüs bileti kadar değildir çoğu zaman; mahallenin başındaki bakkalın karşısındaki dut ağacına bile yürümektir. İnsan yürüdükçe içerisinde sakladığı haritayı açar. O haritada kimi zaman bir müzenin serin salonu vardır, kimi zaman köy yolunun kenarındaki sararmış ayçiçekleri. Sorun şu ki, dünyayı değiştiremiyorsak bile adımlarımızın ritmini değiştirebiliyoruz. Belki de mesele, adımın nereye bastığı kadar, içimizde neye bastığıdır.
Yola çıkmanın bahanesi çok. Kimi “vaktim yok” der, kimi “param”. İkisine de hak verilir. Ağustos ortasında memleketin çoğu yerinde güneş kavururken benzinin motorinin fiyatı insanın hesap defterine kırmızı kalemle düşülen not gibi duruyor. Gaziantep’te pompa etiketleri geçtiğimiz günlerde benzinde 53 lira civarında, motorinde 54’e dayanıyordu; İstanbul’da bir iki lira aşağı, Ankara’da az biraz yukarı. Yakıt fiyatları dalgalandıkça şehirler arası yollar da insanın aklına zor sorular getiriyor. Ama işin bir başka yüzü var; gezi dediğin sadece direksiyon tutmak değildir, bir sabah serinliğinde duraktan kalkan minibüsün camına başını dayamak, ya da banliyö trenlerinin ritminde kendine yer açmaktır. Şehir içi gezmek, yürüyüşle başlayan bir cümlenin noktasını parklarda, meydanlarda, çarşılarda koymaktır. Akaryakıt her hafta haber olurken güncel rakamların sürücüyü düşündürdüğü açık. Şu günlerde İstanbul, Ankara, İzmir kadar Adana ve Gaziantep fiyatları da dikkat çekiyor; bu listeye bakıp plan yapmak, cüzdanın nabzını tutmak gibidir.
Gezeceksen erken kalkacaksın. Anadolu’nun güneşi, hele yaz aylarında, insanın omuzlarına yük gibi biner. Yine de gezmek isteyene hava da bahane değildir. Sıcak 40’ı geçti diye sokaklar boş kalmıyor. Gaziantep’te Temmuz ortasında termometre 40-45 gösterirken bile kentin turistik damarlarında bir hareket, bir uğultu vardı. Demek ki gezme arzusu, hava durumuna da bütçeye de inat eden bir şey. Sabahın çiyini yakalarsan, gölgeli sokaklardan geçersen, yanına suyu alırsan gezginliğin ağırlığı azalır. Şapka, ince bir keten gömlek, hafif bir çanta; hepsi gezi kitabının ayracı gibi. Gün battı mı, kentin ışıklarıyla beraber sokakların dili de değişir. Yazın uzun akşamları, esnafın kepenk indirme telaşı, mahalle çocuklarının top sesleri, kebap ocaklarından yükselen duman… Bunların hepsi birer duraktır.
Gezmenin merkezi bazen müzedir. Gaziantep’te bir müzeye girince sadece taş ya da cam görmezsin; zamanın kendisine dokunursun. Zeugma Mozaik Müzesi’ne uğrayanların çokluğuna bakınca, kentlinin de misafirin de hikâye aradığını anlıyorsun. 2024’te rekorlar konuşuldu, 2025’in ilk aylarında yine hızlandı ziyaretler; bayramda müze kapısından içeri giren on binlerin ayak sesleri salonlarda yankılandı. Bir mozaik taşının yan yana gelince nasıl bir resim olduğunu görürsün ya; gezmek de öyle. Parça parça anlar, yan yana gelince bir ömürlük fotoğraf. Müzenin serinliğinden çıkıp Bakırcılar Çarşısı’na yürüdüğünde çekicin ritmine karışır kalbin. Yemek kokularının dalgası bir an aklını çeler ama “her gezinti mideyle bitmesin” diyerek kendini bir sokak arkaya atarsın; orada yaşlı bir usta, pirinç bir semaverin musluğunu parlatıyordur mesela.
Bir de suyun daveti var. Rumkale’nin üstünde rüzgâr, aşağıda Fırat’ın ağır akışı. Nizip tarafına uzadığında, kayalıklara yaslanan kaleyi görürsün. Son yıllarda hem kıyı düzenlemeleri hem de tekne turlarıyla daha görünür oldu. Suyun üstünde ilerleyen küçük motorların sesi, kıyıda plastik sandalye gölgesinde çay içenlerin sakinliği… İnsan burada zamanın bir düğümü çözüldü sanır. Rumkale’de yürürken, gölün yüzüne düşen bulutun gölgesini takip etmek bile bir gezi sebebidir. Bir bankta oturup kalenin taşlarına bakarsın, elinden eski bir harita geçiyormuş gibi. Yakınlarda ponton yürüyüş yolları, iskeleler konuşuluyor; kıyıda yüzen platformların üstünde gezmek, tarihle bugünün omuz omuza durduğu bir manzara yaratıyor.
Peki memlekette gezen yalnız biz miyiz? Rakamlar diyor ki değil. 2024’te iç seyahatler artmış, geceleme sayıları yükselmiş. 2025’in ilk çeyreğinde yerli turistin cebinden çıkan para geçen seneye göre ciddi biçimde büyümüş; kişi başı ortalama harcama artmış. İnsanların en çok yeme içmeye ve ulaştırmaya para ayırdığı biliniyor. Bu tablo, bütçe sıkışıklığına rağmen gezme arzusunun diri olduğuna işaret. Demek ki insanlar, imkânlarını ölçüp biçip yine de bir yere gidiyor. Ülke genelinde gelen giden ziyaretçi akışı da sürüyor; 2025’in ikinci çeyreğinde çıkış yapanların sayısı artmış. Yani yolun iki yönü de hareketli. Bizim gibi bir ülkede hareket, neredeyse kültürel bir refleks. “Bir köy ötesini görmeden insan kendini tamamlayamaz” diyen yaşlı komşunun sözü kulağa boş gelmiyor.
Ulaşımın kaderi değiştikçe gezinin çehresi de değişir. Yıllardır beklenen hatlar, iyileşen demiryolları konuşuluyor. Mersin’den Adana’ya, Osmaniye’den Gaziantep’e uzanacak yüksek standartlı demiryolu projesi tamamlandığında seyahat süresinin ciddi biçimde kısalacağı söyleniyor. Bakanlığın açıkladığı tasarım hızları, bağlantı hatları, havalimanı erişimi derken, trenin penceresinden bakacağımız yeni bir manzara var ufukta. Ne zaman biter, hangi kesim ne kadar hızlanır, işin pratiğini göreceğiz elbette. Ama şimdiden bilinen şu: rayın sesi Anadolu’da gezmeyi sadeleştirir. Tren, her yaşa uygun bir davetiyedir; biletini cebine koyar, vagonun koridorunda bir süre dinlenir, sonra pencereye yapışırsın. Ovadan dağ başına, tarladan kıyıya… Bu hatlar tamamlandıkça sadece turist değil, esnaf, öğrenci, hasta ziyaretine giden insanlar da nefes alır. Gezmek böylece bir ayrıcalık değil, gündelik hayatın parçası olur.
Gezmek dediğin, bazen pahalı otellerin lobi parfümü değildir; bir belediye otobüsünün durak çizelgesidir. Olduğun yerde kalarak da gezilir. Gaziantep’te Bey Mahallesi’nin taş evleri arasında dolaş, bir sokak tabelasının eğriliğine takıl, kapı tokmaklarının hayvan figürlerine bak. Avlulardan gelen fısıltılar olur, balkon demirlerine asılı fesleğen saksıları… Kulak kabartırsan, şehir kendi arşivinden sayfalar açar. Beyaz badanalı duvarlara düşen gölgeler, bir fotoğraf gibi durur. Bir duvar dibinde serinliğe sığınmış kedi, bir köşe başında güneşten gözlerini kısmış ihtiyar; ikisine de “kolay gelsin” dersin. Gezmek, selam vermeyi hatırladığın gün başlar.
Kısa kaçamakların hükmü büyüktür. Bir öğle arasında parkta üç tur atmak, akşamüstü mahalle pazarının içinden geçmek, gece serinliğinde bir meydanın boşluğuna bakmak. Şehir içi geziler, insanın yüreğine bakım gibidir. Biz Anadolu insanı, uzağı özleriz ama yakındaki güzellikleri de “zaten var” diye görmezden geliriz. Oysa her gün önünden geçtiğin bir çeşmenin musluğundan damlayan su bile hikâye anlatır. Bir merdivenin beşinci basamağındaki çatlak, oradan yıllardır kaç ayakkabı geçtiğinin izidir. Not düşersin: “Bugün şehrin bana anlattıklarını dinledim.”
Uzaklara gideceksen, planını gerçekçi yap. Yakıt pahalıysa, rotayı akıllıca çiz. Bir günlük gezide üç şehri görmeye çalışma; bir şehirde üç ayrı nefes al. Kısa bir listesi olsun: bir müze, bir doğal alan, bir sokak. Üçü de yeter. Mesela sabah müzeye, öğlen su kenarına, akşamüstü bir tarihi mahallenin çarşısına. Ayağının altındaki taşları say, gökyüzündeki kuşları izle, bir kapının pervazına dokun. Dokunmak, gezginin hafızasını kalınlaştırır.
Türkiye’nin dört bir yanında gezecek yer bitmez. Kapadokya’nın bilinen noktaları kalabalık olur ama Soğanlı Vadisi gibi daha sakin köşeleri var. Karadeniz’de yaylalar, sisin ardında saklı bir masal gibi; Uzungöl’ün uzağında, patika üstünde yürümek daha derin bir nefes verir. Pamukkale’nin travertenleri beyaz bir düş gibi. Mezopotamya tarafında Urfa’nın taş avluları, Mardin’in dar sokakları, akşamüstü güneşinin taşlara vurduğu sarı ışık. Bir tur şirketinin broşürüne bakmak şart değil; ama bazen bu broşürler, rotanı kabaca çizmek için fikir verir, hangi mevsimde nerenin daha sakin olduğunu anlamana yardım eder. Asıl olan, kalabalığa değil, gözünün değdiği ayrıntıya bakmak.
Gezmek, bağ kurmaktır. Bazen bir esnafla iki dakika sohbet, bazen köy yolunda traktörle gelen bir amcadan yol tarifi istemektir. Anadolu’da adres tarifleri bile birer şiir gibidir: “Camiyi geç, solda dut ağacı var, onun gölgesinden sağa kır, iki ev var birbirine bakan, işte orada.” Böyle tarifler, haritanın eksik yazdığı yerlere düşülen notlardır. Köy bakkalındaki defterin sayfasında kimlerin borcu var, kimler yazın karpuz almış, hepsi birer hatıra kırıntısıdır. Gezmek, başkasının hayatına usulca dokunmayı bilmektir.
Ekonominin dili serttir, gezenin dili yumuşak. İkisi aynı cümlede buluşunca ortaya pratik bir akıl çıkar. Güncel tablolar, iç turizmin harcama kalemlerinde artış olduğunu söylüyor. Demek ki insanlar boğazından, kıyafetinden, ekranından kısıp yola ayırıyor. Ulaştırma masrafı arttıkça, konaklama süresi kısalıyor, ama gezi isteği azalmıyor. Bu tabloyu görünce bir formül yazıyorum zihnime: kısa süre, yakın rota, derin temas. Bir günü uzatmanın yolu, anı sıklaştırmaktır. Bir sokakta on dakika yerine otuz dakika durursun, bir ağacın gölgesinde iki fotoğraf yerine üç cümlelik bir not yazarsın. Akşam dönerken “uzun bir tatildi” dersin.
Gaziantep’ten bir haftasonu planı yazalım. Cumartesi sabah erken, serinlik daha kaçmamışken, Bey Mahallesi’ne yürüyüş. Saat dokuzda müzeye giriş; kalabalık daha az, mozaiklerin renkleri daha sakindir. Öğle sıcağı yaklaşırken bir gölge rotaya kaçış; Naib Hamamı civarındaki sokaklar, dar geçitler. Öğleden sonra Nizip’e doğru yola çıkış; Rumkale’de suya karşı bir yürüyüş, iskelede kısa bir mola. Akşamüstü rüzgâr serinlediğinde tekneyle kısa bir tur; kıyının yüzüne düşen ışıklar fotoğraf olmaya hazırdır. Pazar sabahı şehir merkezinde eski çarşılara dönüş; bakırın, tahta oymacılığının, sabuncuların arasında küçük alışverişler. Öğlen vakti sıcak tırmanınca bir parka sığınma; çimenin üzerine uzanıp bulut sayma. Akşamüstü kaleye doğru yürüyüş varsa ne güzel, yoksa bir mahalle kahvesinin önünde sandalye çekip sokağın akışını izlemek de yeter. Bu kadar basit bir plan bile insana “iyi ki çıktım” dedirtir.
Yola çıkmadan önce bir iki not daha. Yaz sıcağında su, en kıymetli arkadaşındır. Ayakkabın hafif olsun, çorabın pamuklu. Omzunda taşıdığın çantada gereksiz yük olmasın. Telefonun şarjı, haritanın çevrimdışı hali, küçük bir not defteri… Evet, not defteri. Çünkü gezmek sadece görsel değil, sözel bir eylemdir. Gördüklerini yazarsan, ertesi gün unutmazsın. Bir kapı numarasını, bir yaşlının söylediği cümleyi, bir çiçeğin kokusunu yazarsın. Belki saçma görünür ama yıllar sonra o notlar, seni tekrar yola çıkarır.
Bir şehirle bağ kurmanın en sağlam yolu yürümektir. Otobüs bir yerden bir yere götürür, araba hızla geçirir, tren manzarayı rüya gibi yapar; ama yürümek, zihninin çerçevesini genişletir. Yürürken konuşursun kendinle. Bir taşın rengine, bir kapının çiziklerine, bir penceredeki dantelin örneğine takılırsın. Bir süre sonra anlarsın ki gezmek, kendini başkasının evinde misafir hissetmektir. Misafirken yüksek sesle konuşmazsın, çöplerini atarsın, iz bırakmazsın. Gezmenin ahlakı budur. Çevreye saygı, yerelin ritmine saygı, esnafa saygı, tarihe saygı.
Uzağa gidemeyen için yakının güzelliği vardır; yakını doya doya gezen için uzak da bir gün gelir. Memleketin dört yanında hareket sürüyor, istatistikler artışları anlatıyor, ulaşım projeleri ilerliyor. Belki yarın trenle sahile ineceğiz, belki paydos zili çalıp yaylaya kaçacağız. Belki de sadece akşamüstü mahalle arasından geçen rüzgârı izleyeceğiz. Hepsi gezi, hepsi yol. İnsan bazen koca bir ülkeyi cebinde taşıyormuş gibi hisseder. Bir harita açarsın, parmağını bir noktaya koyarsın, “buraya gidelim” dersin. Sonra anlarsın ki gerçek yol, haritada değil, yürümeye başladığın ilk adımdadır.
Şu son cümleyi kendime de sana da yazıyorum. Gezmek, zengin olmayı beklediğimiz bir ödül değil; hayatta kalma becerilerimizden biri. Yorgunluğun içinden çıkıp bir sokağa saparsın, omuzlarından yük iner. Bir bankta oturup etrafı izlersin, içindeki düğümler çözülür. Yakıt pahalı, hava sıcak, vakit dar olabilir. Yine de bir parkın gölgesi, bir çarşının uğultusu, bir müzenin serinliği, bir suyun kıyısı vardır. Gezmenin ince ayrımı da burada başlar: dünyayı değiştiremiyorsak bile baktığımız yeri değiştiririz. Bazen bir şehrin, bazen bir mahallenin, bazen bir kapı tokmağının yanından yürür giderken, içimizde kocaman bir ülke açılır.
Ve son bir hatırlatma, rakamlar soğuktur ama bize şunu fısıldar: Hareket var. İnsanlar yola çıkıyor, geziyor, dönüyor. Biz de çıkalım. Şehrin ilk kavşağında değil, kendi içimizin ilk kavşağında karar verelim. İlk adımı atalım. Yorgunluğumuzu yanımıza alalım ama omuzlarımıza yük etmeyelim. Yürüyelim. Belki de o ilk adım, uzun zamandır aradığımız yenilenme duygusunun kapısını açar. Çünkü gezmek, insanın kendine söylediği en umutlu sözdür.