Gaziantep’te gecenin son otobüsü, OSB’nin kapısından içeri girerken, fabrikanın bacalarından çıkan sessiz bir uğultu göğe karışıyor. Aynı saatlerde çarşıda bir baklavacı çırak fırını söndürüp tezgâhı siliyor. İkisinin de yüzünde aynı yorgun çizgiler: “Bugün de bitti.” Başarmanın hikâyesini hep parlak tarafıyla dinliyoruz. Kupalar, plaketler, alkışlar. Ama görünmeyen faturayı kim ödüyor? Çoğu zaman biz, evimiz, sağlığımız, sabrımız. Bir de hayata yetişemeyen anlarımız. Hani şu kaçırdığımız aile sofraları, ertelediğimiz hayaller, rafa kaldırdığımız çocukluk sevinçleri.
Başarmanın bedelleri, senet gibi. Vadesi gelince tahsilata çıkıyor. Bazen bedenimizden, bazen uykumuzdan, bazen kalbimizden. Anadolu’da başarı, çoğu kişinin dilinde “evin geçimini sağlamak” diye çevrilir. Büyük hedeflerin yol haritası, gündelik hayatın küçük hesaplarına çarpar. Ay sonu geldi mi, başarı ölçüsü fişe, faturalara, kiraya dönüşür. Temmuz 2025’te açıklanan yıllık enflasyon yüzde 33,52’ye geriledi ama mutfaktaki hissi aynı kaldı; etiketler hâlâ can sıkıyor, maaşlar iki adım atarken fiyatlar üç adım koşuyor. TÜİK’in paylaştığı tablo ve Merkez Bankası’nın serileri bunu net gösteriyor.
Peki çalışmak, ne kadar çalışmak demek? Türkiye, uzun mesai konusunda hâlâ dünyanın ön sıralarında. OECD’nin yaşam dengesi göstergesinde, haftada 50 saatten fazla çalışanların oranında Türkiye, en yüksek oranlara sahip ülkeler arasında sayılıyor. Mayıs 2025’te yayımlanan haberler ve göstergeler, bu yükün hâlâ omuzlarda durduğunu söylüyor. Resmî istatistiklerin bir kısmı yıllık bazda değişse de tablo açık: Biz çok çalışıyoruz. TÜİK ise ilk çeyrek 2025’te mevsim etkilerinden arındırılmış haftalık ortalama fiilî çalışma süresini 43,5 saat diye veriyor; 2024’ün son çeyreğinde bu rakam 42,8 saatti. Bu sayıların arkasında, vardiyadan çıkan işçinin uykuya değil, ikinci işe koşması da var.
Gaziantep’te bu tabloyu en iyi OSB servislerinin sabah 05.30 kalabalığı anlatır. Şehrin beş organize sanayi bölgesinde 1148 işletme faaliyet gösteriyor, 240 bin kişilik istihdam kapasitesinden söz ediliyor. Kulağa gurur verici geliyor, çünkü üretim bir şehrin nabzıdır. Ama nabız hızlandıkça kalp yorulur; aynı anda hem gururu hem yorgunluğu taşırız. Gündüz bantta duran el, akşam evde çocuğun saçını okşarken titrer. Bu coğrafyada başarı, çoğu zaman sessizce çekilen yorgunluğun adıdır.
Bir de gençlerin ödediği bedeller var. 2025’te YKS’ye 2,5 milyondan fazla aday başvurdu. Salonlarda terlemiş kâğıtlar, bekleme salonlarında sırt çantalarından sarkan su şişeleri. O çocukların bir kısmı sınavdan değil, gelecek kaygısından üşür. Bir kısmı da “Okusam ne olacak” diye fısıldar. Çünkü genç işsizliği hâlâ çift haneli. Temmuz 2025’te paylaşılan veriler genç işsizliği yüzde 16’ların üstünde gösteriyor; ay ay değişse de hissi değişmiyor. Üniversite okumak bir başarıysa, bunun bedeli artık sadece harçlık değil; umut amortismanı. Bir yıl denersin, ikinci yıl denersin, üçüncü yıl bir bakmışsın, hayata gecikmişsin.
Başarmanın bir bedeli de tükenmişlik. Her sabah aynı saatte kalkıp aynı yola düşmek, her akşam “yarın yine” demek. Akademik çalışmalar, aşırı iş yükü ve uzun çalışma saatlerinin tükenmişliği artırdığını yıllardır söylüyor. Bu başlık Türkiye’de henüz tam anlamıyla bir meslek hastalığı olarak sistemde yer etmese de, insanın omuzlarında taş gibi durduğunu biliyoruz. İşyerinde gösterdiğin olağanüstü performans, eve geldiğinde konuşacak takatin kalmamasıyla ölçülüyor. Tükenmişlikte en çok kaybolan şey ise heves. Heves gidince başarı da bir süre sonra kâğıt üzerinde kalıyor.
Evdeki bedelleri konuşalım mı? Annen “yemeğin ısınıyor” der, sen “iki mail atıp geliyorum” dersin. Mail bitmez. Yemek soğur. Çocuğun “baba, top oynayalım mı” diye bakar; “yarın” dersin. Yarın da gelmez. Başarmanın bedeli, evdeki saatlerin eksilmesidir. Anadolu evlerinde akşam sofraları eskiden günün özeti olurdu. Artık herkes kendi köşesinde, biri telefonda ihale kovalıyor, öteki sınav sorusu çözüyor, bir diğeri hesap çizelgesi. Sofranın ortasında bir tabak turşu, yanında zeytin, bir de sessizlik.
Gaziantep özelinde bir başka bedel: hız. Bu şehir üretmeyi sever. Hızlandıkça gün kısalır. Hele ki hayat pahalılığı arttığında hız daha da artar; daha çok çalışıp daha az şey alırsın. Temmuz 2025’te yıllık enflasyonun gerilemesi haberi gelir, ama manav tezgâhında domatesin fiyatı hâlâ can yakar. Belediyelerin ya da kurumların “enflasyona ezdirmeyeceğiz” vurgusuyla yaptığı ücret güncellemeleri sevindiricidir; ama çarşı pazarda gerçeklikle yüzleşince o sevinç çoğu zaman ay sonunu göremez.
Başarmanın psikolojisi de zordur. Başarı, bir kez tadına bakınca hep daha fazlasını ister. “Bir kampanya daha patlatalım”, “Bir ihaleyi daha alalım”, “Bir sınav puanını biraz daha yükseltelim.” Ama insan makine değildir. OECD’nin yaşam dengesi sayfası boşuna alarm çalmıyor. 50 saatin üstüne çıkan mesai, bir yerden sonra verimliliği de düşürüyor. Üstelik düşen verimlilik, “daha da zorlayalım” diye yorumlanıyor. Sanki araba yokuşta hız kaybedince gazı köklemek çözüm gibi. Oysa motor ısınıyor.
Anadolu’nun küçük anekdotları, büyük hakikatleri taşır. Mesela Nizip yolundan gelen bir usta, “Günde on saat çalışıyorum, ama eskisi kadar birikim yapamıyorum” der. Hesap makinesi gibi konuşmaz, ama denklem nettir: Zaman artıyor, birikim azalıyorsa bedeli başka yerden ödüyorsun demektir. Çoğu zaman bedel sağlıktır. Uykusuzluk, bel ağrısı, mide yanması. Bazen de ilişkiler. Arkadaşına “Görüşelim” dersin, üç ay sonra hâlâ görüşememişsindir. Yalnızlaşma, görünmez bir maliyet kalemi.
Gençlerin bedel defteri, başka türlü doluyor. Sınav, kurs, online ders, sabahın köründe deneme sınavı. YKS başvuruları azalsa bile, sınıfların içindeki yarış azalmıyor. Çoğu genç, “başarı”yı hayatının tek ölçüsü sanıyor. Oysa başarı, akşamüstü bir nar bahçesinin sessizliğini dinlemeyi de içerir. İnsanın kendine zaman ayırabilmesi, Anadolu’da lüks sayılıyor. Lüks değil, ihtiyaç.
Şimdi şu soruyu koyalım ortaya: Başarıyı nasıl daha ucuzlatırız? Yani bedellerini nasıl düşürürüz? Birincisi, zamana adalet. İşyerlerinde mesai planı sadece üretim takvimine göre değil, insan takvimine göre de yapılmalı. Vardiya ayarlarken çalışanların çocuklarının okul saatleri, servis düzeni, dinlenme aralıkları hesaba katılmalı. Türkiye’de haftalık çalışma süreleri kâğıt üstünde makul görünse de fiilî tabloda esneme sık. Standart dışı mesainin “norm” diye kanıksanması, toplumsal bir yorgunluk doğuruyor. Bu noktada iyi örnekleri büyütmek lazım; kurumlarda ücret ve sosyal destek güncellemeleri, sendikaların sahadaki pazarlık gücünün artması, belediyelerin çalışanına sahip çıkan adımları birer can suyu.
İkincisi, gençlerin yükünü hafifletmek. YKS’ye giden yol, sadece bilgi değil, nefes istiyor. Okullarda yönlendirme, mesleki eğitim, staj imkânları çoğalmalı; genç işsizliği bir haber başlığı olmaktan çıkıp gerçek çözümlerle karşılık bulmalı. Gaziantep gibi üretim şehirlerinde lise çağından itibaren nitelikli atölye ve teknoloji programları, üniversiteye tek seçenek gibi bakan gözleri çeşitliliğe alıştırır. Bugün genç işsizliği düşse bile, nitelikli işin niteliğini artırmadan kalıcı olmaz.
Üçüncüsü, şehirde yaşamı insana yaklaştırmak. Ulaşım süreleri, konut fiyatları, temel gıda erişimi. Enflasyon tek başına bir ekonomi sayfası konusu değil; güne nasıl başladığımızın, akşamı nasıl bitirdiğimizin de belirleyicisi. Gaziantep’te kiraların yükseldiğini, alım gücünün daraldığını herkes konuşuyor. OSB’deki üretim ile şehir içindeki yaşam maliyeti arasındaki makas açıldıkça başarmak, yorgunluğu artırıyor. Bu yüzden şehir planlarında, toplu taşımada, sosyal konutta yeni hamleler, başarıyı eve yorgun düşmeden taşımak demek.
Dördüncüsü, hem işyerinde hem evde “ara” kültürü. Anadolu’da çay molası bazen sadece çaydır; bazen de nefes. Her gün aynı saatte beş dakikalık sessizlik, verimliliği bir saatte kazanamayacağın kadar artırabilir. Bir üretim bandında hatayı azaltan şey, bazen yeni bir makine değil, dinlenmiş bir göz olur. OECD’nin sayfaları bize uzun saatin riskini söylerken, hayatın sayfaları kısa aranın değerini fısıldıyor.
Beşincisi, başarıyı yeniden tanımlamak. Gaziantep’te bir esnaf, “Bugün siftah ettik mi, ettik. Allah bereket versin” der. Bazen bereket, kasadaki sayıyla değil, akşam içindeki huzurla ölçülür. Başarı, her ay çıtayı yükseltmek değil, her gün kıymetini bilerek yaşamak olabilir. Çocuğun okul gösterisini izlemek, annenin ricasını ertelememek, eşinle bir sokak boyu yürümek. İnsanın ömrü, takvimdeki işaretli günlerden değil, yaşanmış küçük anlardan ibaret.
Peki, bedel ödemeden başarı olur mu? Olmaz. Ama adil bedel olur. Yani bir taraftan alırken öbür taraftan hayatı boşaltmayan bir düzen. Buna yaklaşmanın yolu da birlikte akıl yürütmekten geçer. İşverenin işçiyi, işçinin işvereni, kamunun piyasayı, piyasanın da kamu sorumluluğunu anlamasından. Gaziantep’in üretimdeki gücü, aynı zamanda ortak aklının güçlü olmasından gelir. OSB’nin sabah karanlığında yanan ışıklar kadar, akşam mahalle arasında yanan sokak lambaları da şehir olur. İşte o denge kurulursa, başarmanın faturası daha makul gelir.
Bazen de bırakmak gerekir. Hedef değil, bazı alışkanlıklar. Mesela her bildirime koşmak, her fırsatı fırsat sanmak, her işi “hemen şimdi” yapmak. Anadolu’da bir söz vardır: “Acele işe şeytan karışır.” Başarıyla acele, barışık değildir. Zamanın kıymetini bilmek, onu dövmek değil, onu dinlemekle başlar. Fabrikada ritim ne kadar önemliyse, evde sessizlik o kadar değerlidir. Sahi, en son ne zaman hiçbir şey yapmadın? Düşünmek de bir iştir. Ama maaşı huzur olarak yatar.
Kapanışa gelirken bir sahne kuralım. Şahinbey’in bir sokağında, akşamüstü. Fıstık ağaçlarının gölgesinden bir rüzgâr geçiyor. Genç bir adam, elinde dosya, iş görüşmesinden dönüyor. Cep telefonuna bir bildirim geliyor: “Mülakat sonucunuz değerlendiriliyor.” O bildirim, başarmanın beklentisi. Evde annesi pencereden bakıyor, “Ne oldu” diye sormuyor. Sormamak, bedelin farkında olmak. Genç adam gülümsüyor, “Kısmet” diyor. Kısmet, Anadolu’nun başarıyla kurduğu en yumuşak cümle. Çünkü kısmet derken, insan kendine de merhamet ediyor.
Bir başka sahne: Karagöz Caddesi’nde küçük bir atölye. Usta, çırağa diyor ki, “Bugün acele etmeyelim, temiz iş yapalım.” Temiz iş. Belki de en kıymetli başarı tanımı bu. Temiz iş, bedelini başkasına yıkmayan iştir. Kendi sağlığını, başkasının vaktini, müşterinin güvenini yaralamadan yapılan iş. Temiz iş, uzun ömürlüdür. Kutuplarda bile dayanır; çünkü içinde acele yoktur, emek vardır.
Ve son bir sahne: Evde akşam yemeği. Sofrada iki zeytin, bir çorba, yanında salata. Küçük, ama yerli yerinde. Masada telefon yok. Kimse koşturmuyor. Yemek bittiğinde, balkondan şehrin sesini dinliyorlar. Uzakta bir fabrikanın sireni, daha uzakta bir otobüsün fren sesi, en yakında bir çocuğun gülüşü. Başarı budur. Bir günün sonunda hâlâ gülüşe eşlik edebilecek takatin kalması.
Başarmanın bedelleri, hep olacak. Ama şunu unutmayalım: Bazı bedelleri şimdiden ödersek, yarın üzerimize faiz binmez. Zamanı adil paylaştırmak, emekle huzurun el sıkışmasını sağlamak, rakamlarla insanı aynı cümlede anmak. Temmuz 2025’in enflasyon tablosuna da, Mayıs 2025’in mesai rakamlarına da bakarken, aklımızda şu kalsın: İstatistikler şehirlerin nabzını tutar, ama şehirleri yaşatan kalplerdir. O kalbi yormayalım. Başarıyı, kalbin atış hızına göre ayarlayalım. O zaman kazanç, sadece kasada değil, hayatta da görünür.
Son söz yerine, küçük bir öneri defteri bırakalım masada: İşyerinde esnek ama sömürmeyen planlar; şehirde ulaşımı ve konutu insana yaklaştıran adımlar; eğitimde gençleri çoğul yollara hazırlayan programlar; evde birlikte susmayı öğrenmek. Bazen susmak da çalışmaktır. Sessizlikte dinlenen heves, ertesi günün en büyük yakıtıdır. Ve bu şehir, Gaziantep, hevesle çalışmayı iyi bilir. Şimdi hevesle dinlenmeyi de öğrensin. O vakit, başarmanın bedelleri değil, bereketi konuşulur.