Gelemeyen Kupa, Büyüyen Yara

Gaziantep’te akşam serini kendini hissettirirken, mahalle arası bir bakkalın kapısında asılı küçük televizyonda yine Fenerbahçe konuşuluyordu. Bir yanda, “Bu sene kesin olacak” diyenlerin inadı. Diğer yanda, “Olmayacak kardeşim, yine hatalar, yine geç kalmalar” diye homurdananların bıkkınlığı. Şehirde bakırın çekiçle konuştuğu, fıstığın ayıklanırken sabrın ölçüldüğü bu memlekette, futbol da aynı sabır terazisine çıkıyor. Fenerbahçe’nin hali, Gaziantep’te sıradan bir akşam sohbetinin bile göbeğine oturuyor. Çünkü mesele yalnızca bir kulübün hikayesi değil, inatla beklenen bir adalet duygusu. Gelmeyen şampiyonluk, yanlışlar, eksikler, gecikmeler, taraftarla yönetimin arasında açılan mesafe. Bu yazı, tam da bu kederli ve inatçı bekleyişin içinden yazıldı.

Şimdi başa dönelim. Bir kulübün hayal kırıklığı nasıl büyür? Önce küçük taşlar oynar yerinden. Bir derbi kaybedilir, bir transfer gecikir, bir açıklama hedefi ıskalar. Sonra sezon sonuna bakarsın, yine o tanıdık sızı. Fenerbahçe’nin on bir yıla yayılan lig şampiyonluğu hasreti de böyle kabardı. Son lig kupası 2013-14’te kaldırıldı. Aradan geçen yıllar, tribünün diline yeni besteler katmadı, ama eskilerin içini daha sert, daha kederli hale getirdi. O uzun listeye bakınca insanın zihninde tek bir cümle beliriyor: Bu işin içinde bir yanlış var. Bu, tarihin çıplak verisi. O son şampiyonluğun üzerinden çok zaman geçti. 

Yine de futbol, her defasında yeni bir ihtimal yazıyor. Bakın, daha beş gün önce Kadıköy’de bir maç oynandı ve Fenerbahçe, ilk maçı 2-1 kaybettiği Feyenoord’a karşı sahasında 5-2 gibi cesur bir skor aldı. O gece goller peş peşe geldi, stat nefes aldı. Fred’in o orta saha enerjisi, Archie Brown’ın oyuna kattığı tazelik, Jhon Durán’ın bitirişleri, En-Nesyri’nin o bildik ceza alanı sezgisi, Talisca’nın geç kalmış ama “tam yerinde” görünen katkısı. Tribün, “Demek ki olabiliyormuş” dedi. Bu skor Fenerbahçe’yi Şampiyonlar Ligi play-off’una taşıdı ve önüne de Benfica çıktı. İlk maçın 20 Ağustos’ta İstanbul’da, rövanşın 27 Ağustos’ta Lizbon’da oynanacağı duyuruldu. Bu iki tarih, takvimin üzerindeki kırmızı daireler artık. Çünkü oradan geçmeden hayaller büyümeyecek. 

Fakat burada durup gerçeğin diğer yüzüne bakmak zorundayız. Bir kulübün yazgısı yalnızca bir gecenin parıltısına bırakılmaz. Duygular yükselir, ama akıl, sezonun geri kalanını sormakla yükümlüdür. Fenerbahçe, geçen ligi ikincilikle bitirdi. Bu açıdan bakınca “neredeyse” ile “olmadı” arasındaki farkın sinir bozucu bir büyüklüğü var. “Neredeyse” teselli etmiyor. “Olmadı” ise kanatıyor. İşte Gaziantep’teki kahvehanede de tartışma böyle ısınıyor: “Transferde yine geç kalındı, doğru profillerde ısrar edilmedi, eksik bölgeler sezon içinde görüldü ama pansuman hep son ana bırakıldı.” Herkesin cebinde küçük bir teknik direktör var gibi. Ama itiraf edelim, bazı eleştiriler haklılığını yılların tecrübesinden alıyor.

Transfer tarafını biraz açalım. Geçtiğimiz yaz En-Nesyri için kulüp rekoru kırıldı. Sevilla’dan gelen bu golcü yalnızca fiyatıyla değil, daima doğru yerde bitiren karakteriyle tartışmayı “risk mi, isabet mi” kıskacında tuttu. Yıl bittiğinde rakamlar, yatırımın haklı yüzünü destekler gibiydi. Bu yaz ise savunmanın iki yanına ciddi dokunuş geldi. Milan Skriniar’ın kalıcı hale gelen transferi, geçtiğimiz yarıyıldaki kiralık performansına eklenen tecrübe demek. Nelson Semedo, sağ çizgide yıllardır aranan çözümün “artık buradayım” diyen versiyonu. Bu iki hamle, kâğıt üzerinde eksik hissedilen bölgelere doğrudan ilaç gibi. Buna ara transferde Talisca’nın gelişi, bu yazın başında genç ve atletik bir kanat-bek profili olarak Archie Brown’ın eklenmesi, ceza alanını yoklayan Jhon Durán’ın hızı da eklendiğinde, takımın kas-iskelet sistemi güçlenmiş görünüyor. 

Ama transfer sadece isim toplamaktan ibaret değil, ritim de lazım. Türkiye’de ritim, çoğu zaman yaz sıcağına ve dosya sürüncemelerinde geçen pazarlıklara feda ediliyor. İşte taraftarın “geç kaldınız” sitemi burada büyüyor. Avrupa ön elemeleri takvimi haziran ortasından itibaren işlemeye başlıyor, ligler ise ağustosta nefes aldırmıyor. Semedo ve Skriniar gibi isimlerin temmuz sonunda netleşmesi, kağıt üzerinde iyi, ama ideal hazırlık için dört hafta önce atılmış adımlar her zaman daha konforlu olacaktı. Yine de şunu kabul edelim, bazı dosyalar karşı kulübün direnci, menajerlerin istekleri ve piyasanın akışıyla uzuyor. Yani geç kalmak ile “gecikmeye mecbur kalmak” arasında fark var. Taraftar bunu bilir, ama sezon başı siniri bu ayrımı kulak ardı ettirir.

Peki eksik nerede? Bu takımın bazen üçüncü bölgede genişliğe, çizgiye inen ve rakip beki kararsız bırakan bir kanat oyununa ihtiyacı olduğu sık sık konuşuldu. Bu yüzden teknik heyetin sağ-sol fark etmeksizin çizgiye yapışan, topu aldıktan sonra dar alanda yön değiştirebilen, pres kırabilen bir profili takip etmesi şaşırtıcı değildi. Son günlerde adı geçen Geny Catamo gibi isimler bu ihtiyaca bir cevap arayışıydı. Hatta Real Sociedad’ın Takefusa Kubo’su bile menajer kapısından içeri bakmış. Hepsinin ortak paydası, üçüncü bölgede oyunun ağırlık merkezini genişletebilmek. Bu girişimler netleşir mi bilinmez, ama “kanat rotasyonu” başlığının hâlâ gündemde olduğunu söylemek yanlış olmaz. 

Teknik tarafa geçelim. José Mourinho, kariyeri boyunca pragmatizmin paltosunu omzuna alıp işini yaptı. Türkiye’de ise pragmatizmi seviyoruz ama bir şartla. Kazanınca pragmatizm akıl, kaybedince cimrilik oluyor. Bu toprakların futbol psikolojisi böyledir. Mesela geçtiğimiz günlerde golsüz biten bir maçtan sonra hocanın “adil sonuçtu” minvalindeki soğukkanlı sözleri, “biz daha fazlasını hak etmedik mi” diyen taraftarın sıcak duygusuyla çarpıştı. Bunun adı basbayağı iletişim gerilimi. Hoca, saha içinin terazisinde konuşuyor, tribün ise yılların açlığında. İkisi arasına bir köprü kurmak gerekiyor. Bu köprüyü kuramazsanız, skorlar iyi gidince sabit kalan, ilk sendelemede çatlayan bir inançla baş başa kalırsınız. 

Gelelim en can yakan başlığa. Taraftarla yönetimin arasındaki bağın gevşemesi. Bu sezonun bazı kritik haftalarında tribünden yükselen ses, meydanlarda birikip yürüyüşlere karıştı. “Yönetim istifa” sloganı, yalnızca bir kelime saldırısı değildi, birikmiş duygunun dışarı taşmasıydı. Sonraki açıklamalarda “taraftar hancıdır” diyen bir tonda yumuşatma denemeleri de oldu, ama duygusal bağın onarımı uzun emek ister. Ne yazık ki bir derbi yenilgisi, bir hedefin şaşması, bu onarımın tuğlalarını yeniden düşürebiliyor. İşte asıl sorun burada. Bir klüpte orta ve uzun vadeli planlar, kısa vadeli dalgaların kıyıda yıkadığı kumdan kaleler olmamalı. Bunun için de düzenli ve şeffaf bir iletişim dili, taraftarın aklına ve kalbine aynı anda seslenen bir plan anlatısı şart. 

Gaziantep’ten bakınca bu hikâyenin bir de duygusu var. Şehirlerin futbolu okuma biçimleri, yerelin ritmiyle akar. Bizde sabah esnaf dükkânı açarken ilk cümlesi “Hayırlı işler”den hemen sonra “Maç ne olur”a gelir. Bakırcılar Çarşısı’nda bir usta, fırında lahmacun çıtırdatan bir usta, kapıda müşteri bekleyen taksici. Hepsi Fenerbahçe’yi iki kelimeyle okur. “İnanç” ve “istikrar.” Gaziantep’te inanç, zorluk gördükçe kalınlaşan bir şeydir. Fabrikada vardiya değişirken, stadyumda skor değişirken aynı şey söylenir: “Sabırla örmek.” İstikrar ise aceleye gelmez. Bir ustanın eline yeni çırak geldiğinde, ilk ayda mucize beklenmez. Ama o çırak her gün aynı saat işi tutar, aynı özeni gösterirse, iki ay sonra atölyenin havası değişir. Bu yüzden tribün, yeni sezonda aynı on birin üç hafta üst üste sahada kaldığını görmeyi, omurganın bozulmadan rötuş yemesini ister.

Benfica eşleşmesine dönersek. Bu iki ayaklı tur, yalnızca Şampiyonlar Ligi için bir bilet değil, “olabilirliği” sınayan bir psikoloji laboratuvarı. İlk karşılaşmada Kadıköy’ün nefesi, ikinci maçta Luz’un ateşi. Kâğıt üzerinde Benfica’nın disiplinli oyunu, merkezde pas istasyonlarını iyi kurması, kanatlarda ani hızlanmaları bilinir. Fenerbahçe’nin buna cevabı, Semedo ve Brown gibi çizgi oyuncularının savunma kadar çıkış anlarında da doğru karar vermesi, Skriniar’ın ceza alanını lider gibi yönetmesi, Fred-Amrabat hattının yedi saniyelik periyotlarda pres ve pas kararını doğru almasıyla mümkün. Önde En-Nesyri’nin “boşluk saldırısı”, Talisca’nın ceza yayı çevresinde doğru açıyı bulması, Durán’ın ikinci yarılardaki enerji girişi de bu hikâyenin saha içi cümleleri. İki maçlık küçük bir roman yazılacak. İlk sayfası İstanbul’da, son cümlesi Lizbon’da. 

Peki ya lig? Ligin meşhur “uzun yol” hali, Fenerbahçe’nin tüm sezon boyunca varlık göstermesi gereken bir maraton. Geçen sezon, bazı kritik anlarda “oyunu tutma” problemi gözlendi. Bu, yalnızca stoper veya altı numara meselesi değildi. Üçüncü bölgede topu saklayacak, faul alacak, rakibi geri koşturacak tercihlerin eksikliği, bazen bir puanı sıfıra, bazen üçü bire çevirdi. Bu yılın kadro mimarisi, en azından kâğıtta, bu zaafı azaltacak bir yoğunluk taşımaya daha yakın. Hâlâ yaratıcı bir on numara ile genişleyen bir kanat profiline alan var. Yönetim bu eksikleri doğru zamanlama ile tamamlarsa, “geç kaldınız” cümlesi bu sezon “tam yerinde”ye dönüşebilir.

Yönetim ve taraftar meselesine bir kez daha dönelim. Bağın koptuğunu söylemek kolay, bağ kurmak zor. Taraftar, kendisine bir hikâye anlatılmasını istiyor. Basit bir hikâye. “Şu tarihe kadar şu transferleri bitireceğiz, şu gençleri şu planla sahneye çıkaracağız, şu maç aralıklarında şu oyunu ısrarla deneyeceğiz.” Bu hikâyenin tutarlılığı, her kötü skorda tekrar edilirse inandırıcı olur. Krizde yeni söz icat etmeye kalkışılınca, samimiyet bölünür. Mourinho’nun da yönetimin de birlikte söylemesi gereken tek cümle şu olabilir: “Bir planımız var ve bu planda her kötü güne dair de bir sayfa var.” Taraftar, gerçekliği sever. Hatalarınızdan söz ettiğinizde kızar ama saygı duyar. Başarıyı anlatırken de kibiri değil, emeği görmek ister.

Gaziantep’te bir ustadan duymuştum. “Bir işte muvaffak olmak, önce hatayı çırakla, sonra ustayla, en sonunda aletle paylaşmakla başlar.” Futbol diliyle söylersek, bir mağlubiyette önce oyuncuların payı, sonra hocanın stratejisi, nihayetinde yönetimin planı konuşulmalı. Hepsini aynı anda parmakla göstermek, aslında hiç kimseyi gerçek anlamda sorumlu kılmamak oluyor. Fenerbahçe’nin asıl meselesi, sorumluluğu pay edip emeği büyütmek. Çünkü bu ülkede başarı, genellikle tek bir figürün kahramanlığına bağlanmak istiyor. Oysa lig, kahraman değil, kalabalıkların uyumu hikâyesidir.

Bir de şu var. Transferlerin isim ışıltısı, sahadaki görev sadakati ile kıyaslandığında bazen yalın bir gerçekle yüz yüze kalırız. Hiç akılda olmayan bir genç, bir sezonun kırılma anını kurtarır. Hiç beklenmeyen bir rotasyon oyuncusu, en kritik deplasmanda maçı tutar. Kadro mühendisliği, yıldızların toplamından ibaret değildir. Bu nedenle altyapıya ve güçlü bir B planına sürekli yatırım şart. Yıl bitmeden üç genç oyuncunun en az onar resmi maç görmesi, sakatlık dalgalarında rotasyona güvenilirlik katar. Bu, yalnızca “proje” kelimesini süslemek için değil, sezonu gerçekten taşımak için zorunlu.

Ve şehrin sesine kulak vererek bitireyim. Gaziantep’te akşamüstü rüzgarı eser, Antep fıstığının kabuğu ince bir sesle çatlar. O ses insana şunu fısıldar: Acele etme. Futbolda da acele, en pahalı hatadır. Fenerbahçe’nin yapması gereken, Benfica eşiğini akıl ve cesaretle geçmek, ligde ise duyguyu planla buluşturmak. Taraftarın kalbini onarmanın yolu, büyülü cümleler değil, tekrarlanan doğrular. Bu tekrarlanan doğruların ilki, iletişimi açık tutmak. İkincisi, transferde “profil” sadakatinden sapmamak. Üçüncüsü, sabit bir omurganın çevresinde haftalık küçük ayarlar yapmak. Dördüncüsü, kriz anlarında panik açıklamalar yerine sahadaki planı korumak. Beşincisi, her maçtan sonra “biz” diye konuşmak.

Kupa gelmedi diye hikâye bitmez. Bazen en güzel romanlar, son sayfada kahramanın elinden kayıp giden şeyin ardından yazılır. Bu sezonun romanında ise, ilk bölümler bir umut sayfasını hak ediyor. Çünkü Kadıköy’de o 5-2’lik geri dönüş, yalnızca bir skor değil, unutulan bir duygunun geri gelişi gibi duruyor. Önünde Benfica var, ardında uzun lig yolu. Eğer Fenerbahçe yönetimi taraftarla aynı cümleyi kurmayı başarırsa, eğer teknik heyet kadro mühendisliğini zamana yayar ve aceleye getirmezse, eğer oyuncular sahadaki sadakati ısrarla tekrar ederse, o beklenen gün gelir. Belki bu sene, belki gelecek sene. Ama şu kesin: Bağ çözülmüşse bağ yeniden örülür, yeter ki düğümü doğru atmayı öğrenelim.

Son bir not, gerçeği geride bırakmadan umudu büyütmek için. En-Nesyri’nin imzası bir çıta koydu. Talisca’nın gelişi, skoru tek vuruşta değiştirebilecek bir tehdit. Semedo ve Skriniar, savunma aklını ağırlaştırdı. Brown ve Durán, taze kanın enerjisini hatırlattı. Hepsi bir araya gelirse, bu kadro tribünün beklediği cümleyi kurabilir. Ve tribün, bağışlar. Yeter ki sahada doğrular tekrar edilsin. O zaman Gaziantep’te bakkalın kapısındaki küçük televizyonun önünde bir amca, eliyle havadaki tozu ezer gibi yapıp şunu söyler: “Bak gördün mü, bu kez tam zamanında yaptılar.”

Günün sonunda gerçekler yine masada: Son lig şampiyonluğu 2013-14, aradaki yıllar sancılı. Feyenoord gecesi, bir nefes. Benfica eşiği, bir sınav. Transferler, eksikleri kapatma ihtimali. Taraftarla yönetim arasındaki bağ, emekle onarılacak bir köprü. Bütün bu cümlelerin ortasında Fenerbahçe, kendi hikayesini yeniden yazma şansına sahip. Ve şehirler, böyle hikâyelere susamışken, bir kulübün doğruları sadece kendisine değil, o kulübü konuşan mahalle aralarına da iyi gelir. Gaziantep’te olduğu gibi.

Not düşelim ki okuyan bilsin: Fenerbahçe’nin Feyenoord’u 5-2 ile geçtiği rövanş, play-off yolunu açtı. Rakip Benfica, maç günleri belli. Transferde En-Nesyri’nin rekor bedelli gelişi, Talisca’nın katılması, Semedo ve Skriniar’ın resmiyete kavuşan dosyaları, Brown ve Durán dokunuşları bu sezonun çerçevesini çizdi. Tribündeki dalga bazen sert, bazen yumuşak. Fakat nihayetinde herkes aynı cümlede buluşmak istiyor: “Bu kez olsun.” O cümlenin yanına bir tarih yazmak için sahaya çıkılıyor. Gerisi lafa değil, oyuna bakar. 

Yorum Gönder

Blog içerisinde minimum hatta hiç görsel kullanmamaya özen gösteriyorum, dikkat dağıttığına inanıyorum. Yazılarımda amacım sizlerle sohbet etmek, dahil olmak isterseniz yorum bırakmanızı rica edeceğim, mutlaka cevaplıyor olacağım, kendinize iyi davranın...

Daha yeni Daha eski